15 Haziran 2012 Cuma

ONDAN BUNDAN

Evdeki büyük televizyon arızalı.. Dün gelip aldılar yetkili servisten.. Akıbeti meçhul.. Ana kartta falan sorun olabilir dediler.. Parça gerekirse 1 hafta 10 günü bulurmuş..
Kaldık mı bilgisayar ekranı kadar ufacık televizyona.. Tam şampiyona vakti hiç de iyi olmadı bu..

Neyse ilk maç için dibine kuruldum ekranın. Şampiyona öncesinde favorim İtalya demiştim. Kendi milli takımınız yoksa daha fazla keyif almak için bir takım desteklersiniz ya işte sadece o sebeple. Ama doğal olarak mantıkla değil gönülle söylemiştim.

Yine önemli bir turnuva öncesi şike ve bahis skandalıyla sarsılan İtalya 2006'da olduğu gibi bi' gazla turnuvada ilerler diye düşünüyordum. Halen de düşünüyorum. Hırvatistan karşısında, eline geçen her fırsatta kendini ispat etme takıntısına bürünmüş olan Balotelli yerine Di Natale'yi tercih etseydi daha mutlu olurdum. Son maçlarda dananın kuyruğu kopacak. İnce hesaplar var, onları maç vakti geldiğinde konuşuruz.

İtalya, İspanya karşısında İtalya gibi oynamadığı için puan alabildi, İtalyan ise İrlanda'yı İtalya gibi oynattığı için fark yedi. Gerçi Barcelona'lı Iniesta'yı Stoke'lu Whelan tutuyordu. Adam n'apsın!

Topla oynama maç sonu %72'ye 28'di. Bu istatistikle normalde 8-0 kaybetmesi lazımdı. Bravo Trapattoni'ye! Çok iyi çalışmış dersine, çok iyi analiz etmiş İspanya'yı. 4'te tutmayı başardı. Yalnız Robbie Keane hayal kırıklığı yarattı. Maç öncesi "saatlerce özel gol vuruşu çalıştım" demişti. Sadece 1 tane atabildi onlardan. Ama Shay Given daha ilk dakikalarda "amacım bitik Torres'i gol kralı yapmak" açıklamasının hakkını verdi. Helal olsun!

Şaka bir yana tüm sezon boyunca sıkıcı Barcelona futbolunun(çok samimiyim) ardından İrlanda karşısında da A Milli Barcelona takımını izlemek bir ara bayağı bir sıktı. Ev halkının baskısı sonucu İrlanda'nın Suçu Ne'den Fatmagül'ün Suçu Ne'ye bile döndük.

Kaynak: Wikipedia

İtalya'nın kaderi bir İtalya'nın ellerinde. Prandelli v Trapattoni. İrlanda'yı öyle böyle yenerler ama İtalyanlar'ın bir korkusu var, Euro 2004'te yaşanan yukarıdaki tablo. Cassano bu kez gülerek ayrılır umarım.


Kaynak: La Gazzetta

1 haftayı geride bırakıyoruz şampiyonada. Fevkaladenin fevkinde geçiyor maçlar. (Hadi İspanya-İrlanda'yı da dahil edeyim) Gollü karşılaşmalar olması da ayrı bir güzel. Ama en güzeli maçları çeken reji ve yönetmenler. Sanatsal bir çalışma yapıyorlar. Verdikleri her detay anlamla yüklü. Görüntüleri peşi sıra ezbere getirmiyorlar. 90 dakikalık futbol belgeseli sunuyorlar bize. Adamlara hayranlıklarım bir kat daha arttı. Ukrayna ya da Polonyalılar'ın çektiklerini sanmıyorum. Büyük ihtimalle Almanlar olabilir.

Bu arada 3 gecedir de maçların ardından Fifa12'de aynı tarifeyi uyguluyorum mazeretciutku.com'a. Artık gol atınca bile sevinip twitter'dan saldırmaya başladı. Durumu o kadar vahim yani. İş arkadaşları her sabah masasına mutsuz oturduğunu söylüyor. Artık oynamasam mı acaba?!

23 Nisan 2012 Pazartesi

TAKIM MUHABİRLİĞİ

Takım Muhabirliği: İstanbul yani ulusal tv ve gazeteler tarafından genelde 3 büyük takımı takip etmesi; futbolcular, teknik adamlar ve yöneticilerle yakın ilişkiler kurup onlarla röportaj yapması, onlardan takımla ilgili bilgi ve haber alması için görevlendirilen medya çalışanı. Spor kanalları açısından bu tanımlamaya bir ekleme daha yaparak, özellikle önemli maçlar öncesi saatler öncesinden stadyum ya da tesis kapısının önünden belli aralıklarla canlı yayın yapan medya çalışanı da diyebiliriz.

Öncelikle muhabirlik bu mesleğin temelidir. Bugünün bir çok spor müdürü de bu işi yaparak kariyerine başlamış, mesleğinin gerektirdiklerini takım peşinde koşarak öğrenmiştir. Takım muhabirleri yıllar yılı birkaç istisna dışında genelde spor müdürleri tarafından tuttuğu takımı takip etmesi için görevlendirilir. Bunun altında yatan sebep tuttuğu takıma daha fazla ilgi göstereceği, o takımla ilgilenmesinin kuruma daha faydalı olacağı düşüncesidir. Mesela bir Beşiktaş muhabirinin rutin işlerinin başında Ümraniye'deki tesislere gidip antrenmanları izlemek, futbolcu, teknik adam ve yöneticilerle iletişim kurmak gelir. Yeri gelince onlarla seyahat eder, yeri gelince takımla saatlerini geçirir, yeri gelince futbolculara manevi destek verecek kadar yakın arkadaşlık kurarlar. Kabul etmek gerekir ki bu birçok taraftarın hayal ettiği işlerin de başında gelir.

Yurtdışında da genelde bu böyledir. Muhabirler belli takımları takip eder, onlarla ilgili haberler yapar, yazılar yazar, görüşler paylaşır. Genelde takip ettikleri takımın dili olurlar.

Tv ve gazetelerin çoğalması, internetin gelişmesi, facebook ve twitter gibi sosyal ağların ortaya çıkmasıyla birlikte takım muhabirleri daha fazla deşifre olmaya başladı. Önceleri muhabirlerle sadece maç günleri stad önünde diyalog kurma fırsatını bulan ve takımla (futbolcu, teknik adam, başkan ya da yönetici) ilgili şikayet ve görüşlerini ileten taraftarlar sosyal medyayla birlikte artık her an medya çalışanlarına ulaşma imkanına erişti. Yine önceleri sadece haftada bir gün üzerine sorumluluk yüklenen, taraftarın dili, gözü, kulağı olması istenen muhabirler artık her gün bu sorumluluğu üzerlerinde taşımak zorunda. Yıllar önce tarafsızlık ilkesinin kulaklarına küpe olması istenen bu medya çalışanları zamanla taraftar olgusunun etkisinde daha fazla kalmaya, böylece bir zamanlar içinde derinliklere atmak zorunda kaldığı sevgi ve tutkusunu artık aleni bir şekilde yaşamaya başladı. Sadece taraftar da değil aslında. Rekabetin artması, gelir pastasının büyümesi, ortamın daha da gerilmesi gibi etkenler sonrası medyayı daha etkin bir şekilde kullanmak isteyen kulüp yöneticileri de muhabirler üzerinde baskı kurmaya başlamış, onları kendi sesleri olarak kullanma yoluna gitmişlerdir. Bunun her gün çalıştığı televizyona ya da gazeteye haber yapmak zorunda olan, özel haber kovalayan muhabirlerin işine yaradığını da kabul etmek gerekir. Yani muhabirler çift taraflı bir etkileşimin ortasında kalmıştır. Yıllar geçtikçe bu durum çeşitli sebeplerle daha da artmıştır.

Twitter'ı biraz daha açmak lazım. Bu sosyal paylaşım sitesi işlerin daha fazla karışmasına yol açtı. Twitter sayesinde taraftarlar, tv ve gazetelerin muhabirlerini takip etmeye başladı. Onlarla her an iletişim kurma şansına sahip oldu. Zamanla çoğu kez yazdıklarından ötürü takip ettiği takım taraftarları tarafından övgü, diğer takım taraftarları tarafından da ağza alınmayacak küfürler duyan bazı muhabirler klavyelerini yeri gelince daha sert kullanmaktan da geri kalmamaya başladı. Böyle davrandıkça takipçi sayılarının her geçen gün daha da arttığını gören bazı muhabirler işi daha da ileri götürüp tanımadıkları insanlarla bu paylaşım sitesinde restleşmeye, kavga etmeye bile başladı. Muhattaplık durumu böylece çok ileri boyutlara taşınmış oldu.

Yazının burasına kadar genel fotoğrafı çekmeye çalıştım. Yazı kesinlikle tüm muhabirleri kapsamamaktadır. Meslektaşlarımı rencide edecek ifadeler kullanmamaya özellikle özen gösterdim. Tanıdığım, iletişim halinde olduğum tüm muhabir arkadaşlarımı çok sever, büyük zorluklar (maddi-manevi) altında yerine getirdikleri görevlerinden ötürü onlara saygı duyarım. Ancak yaklaşık 15 yıldır bu camianın içindeki biri olarak naçizane bazı noktaların altını daha fazla çizmek istiyorum. Özellikle yeni dönem muhabirler tarafından twitter çok tehlikeli bir şekilde kullanılıyor maalesef. Bir üst paragrafta belirttiğim durum beni her geçen gün daha da korkutuyor. Özellikle bu sezon şike unsuru yüzünden gerilen ortamla twitter'ın daha da hayatımıza girmesi paralellik göstermekte. Zira twitter bir çoğumuz için bir saplantı, bir bağımlılık oldu. Ve taraftarlık olgusunun böldüğü kadar sağ ve sol bile bu kadar bölemedi bu halkı. Twitter da kuşkusuz bu duruma tuz biber ekti. Paylaşıldıkça herkes birbirinden daha fazla etkilenmeye, daha çabuk galeyana gelmeye başladı. İnsanlar kutuplaştı.

Bu sezon, bana sadece futbolun bitişini değil özellikle twitter sayesinde insanlığın da bitişini gösterdi. Ama tabii ki herşey bitmiş değil. Her insan ne çok iyidir ne de çok kötüdür. Sadece değişik şartlarda, farklı tutum ve davranışlar sergileyen insan vardır. Bu da bazılarına iyi bazılarına kötü gelir. Özümüzde hepimiz iyi insanlarız. Buna canı gönülden inanıyorum. Yazının sonunu bağlarken bazı takım muhabiri arkadaşlarımdan daha sağduyulu, daha sakin, daha soğukkanlı olmalarını; onlara sosyal paylaşım sitelerini daha ziyade bilgi ve haber vermek için kullanmalarını öneriyorum. Kendilerini takip eden binlerden oluşan fanatik, ateşli bir kitle olduğu gibi, sadece takımlarla ilgili gelişmeleri öğrenmek isteyen insanların olduğunu unutmasınlar. Maalesef bu bölünmüşlüğün bayrağı ellerine tutuşturulmak isteniyor, lütfen buna izin vermesinler.

Sevgi ve saygılarımla..

16 Nisan 2012 Pazartesi

IRKÇILIĞA KARŞI İÇİMDEN GEÇENLER

Siyahi birini gördüğümde ırkçılık denen olgu aklımın ucundan bile geçmez. Öyle biriyle tartışacak, hatta -tasvip etmesem de- bir şekilde kavga edecek bile olsam yine de rengiyle ilgili hakarette bulunmak çok uzaktır bana. Muhakkak ki ağzımdan küfür de çıkar -ki inşallah çıkmaz- iş o boyuta geldiğinde, ama yaratılışından dolayı o kişiyi rencide etmek... Asla ama asla..

Bu topraklarda doğan, büyüyen bir çok insan için de bu böyledir. Irkçılık lanetinin bizlere uzak olmasındaki en önemli etken de zannediyorum bazılarımız için inancımızla alakalı, bazılarımız için sosyal hayatımızla, bazılarımız için de her ikisiyle. Çocukken din eğitimi dersinde ilk öğrendiklerimiz arasında bir siyahi de vardı. Ezanı ilk okuyan kişi, Bilal-i Habeşi. Sonra biraz büyüyünce, müslümanlığı seçen, Vietnam'da savaşmayı reddeden, Türk insanının gece yarısı kalkıp boks maçlarını izlediği bir başka siyahi ile tanıştık, Muhammed Ali. Ve futbol denince -her ne kadar son dönemde yaptığı kıyaslamalarla eleştirilse ve komik duruma düşse de- babalarımızdan duyup öğrendiğimiz dünyanın en büyük futbolcularından bir başka siyahi girdi hayatımıza, Pele. Lise-üniversite zamanında da başka siyahilerle tanıştık. Fikir adamları, yurttaş hakları savunucuları, Martin Luther King ve Nelson Mandela ile.

Bu saydıklarıma Türk sanatçılar da başta olmak üzere bir çok isim eklenebilir. Bunların hepsi ya da bazıları zaman ve mekan açısından birçoğumuza uzaktı ama dedim ya yakındı da. Mekan açısından uzaktılar çünkü birçoğumuz yetişirken, kişiliklerimiz otururken, siyahi insanlar görmedik etrafımızda. Onlarla herhangi bir iletişim içine giremedik. Bu yüzdendir ki sokakta aniden karşımıza bir siyahi çıktığında "Aa zenciye bak" demişizdir eminim. Kendilerine zenci denmesine sinirlendiklerini, bozulduklarını bile bilmiyorduk. Sonraları öğrendik ki "nigger, nigga, negro" gibi kelimeler fazlasıyla ağırlarına gidiyormuş. TRT'de Sezen Cumhur Önal'ın "çikolata renkli" yakıştırmasıyla, sunumu sırasında gösterdiği özeni de farkettik. Yavaş yavaş -benim de içimden geçenleri yazarken kullandığım gibi- zenciden çok siyahi demeye özen gösterir olduk.

Netice itibariyle birilerini renginden dolayı rencide etmek, hakaret kabul ettikleri kelimelerle onlara hitap etmek hiç kimsenin haddine değil. Bu yüzden lütfen o kelimeler bizim için en fazla o çikolatalı bisküvi markası olarak kalsın.

28 Mart 2012 Çarşamba

GİDECEKSEN BÖYLE GİTME!

Haftasonunda ligde zirve yarışını yakından ilgilendiren Trabzonspor-Fenerbahçe karşılaşması oynanacak. İki takımın camialarının yaşananlar itibariyle birbirlerinden haz etmedikleri ortada. Basında çıkacak haberlerin, sosyal paylaşım sitelerinde sarfedilecek sözlerin de etkisiyle o gün gerilim en had safhaya ulaşacaktır. Dileğimiz sakin bir futbol gününün yaşanması yönünde.

Bu maçta kuşkusuz Trabzonspor'un en önemli silahı Burak Yılmaz olacak. 2 sezon önce devre arasında Fenerbahçe'den transfer edilmesi ve o sezonun 2. yarısında attığı 3 golden birinin de son maçta Kadıköy'de belki de Fenerbahçe'yi şampiyonluktan eden gol olması onun kariyerinin muhakkak ki dönüm noktalarından biri oldu.

Türkiye'nin büyük takımlarından Beşiktaş ve Fenerbahçe'de yapamayan Burak'ın şansı Anadolu'dan şampiyonluğa oynayan bir takımın formasını giymesiyle değişti. Bordo mavililerin orta sahasında Burak'ı destekleyecek en az 3 büyük İstanbul takımındaki kadar yaratıcı futbolcu vardı. Şenol Güneş'in de tek santraforlu oyun anlayışını Burak'ın üzerine kurması, Colman, Alanzinho, Adrian ve Olcan gibi (Selçuk'u da ekleyelim) adam eksiltmede ve pozisyon yaratmada usta ayakların atmaktan çok attırmak istemelerinin de yardımıyla Burak geçen sezon 19, bu sezonsa an itibariyle 31 gole ulaştı.

Trabzonspor Asbaşkanı Nevzat Şakar'ın, sorulması üzerine "Evet 5 milyon euro getiren sezon sonunda Burak'ı kadrosuna katabilir" cevabını vermesi bugün internet sitelerinde dolaşıyor. Bu yeni bir haber değil. Sezon başından beri bilinen, konuşulan bir şeydi. Ama 31 gole ulaşması ve Fatih Tekke'nin rekorunu kırmaya çok yaklaşması, bir de önlerinde Fenerbahçe gibi zorlu ve ezeli bir rakiple karşılaşılacak olmasının da etkisiyle bu önemli detay tekrar gündemde bana göre.

Bir sezonda 30 golün üzerine çıkmış bir golcünün, üstelik 27 gibi olgunluğa erişmiş bir yaşta, sezon sonunda 5 milyon euro ödenmesi halinde başka bir takıma transfer olabilmesi Trabzonspor kulübü açısından hiç de hoş bir durum olmasa gerek. Piyasa şartları gözönüne alındığında, menajerinin de iş bitirici yeteneklerinin üst düzeyde olduğu varsayılırsa bu rakamın 3 katına transfer olması kesinlikle normal olurdu. Ama onu kadrosuna katmak isteyecek olan bir takımın kalkıp sırf Trabzonspor'un yüzü suyu hürmetine bu rakamları ödemesini beklemek hayalcilik olur.

Nevzat Şakar şu an için kendilerine yapılmış resmi bir teklifin olmadığını söylüyor. Bu önümüzdekı birkaç ay içinde olmayacağı anlamına gelmiyor tabii ki. Normal şartlarda bu performansla Avrupa'nın 5 büyük liginden iyi bir takıma transfer olması gerekir. Ayrılırken Trabzonspor'a daha faydalı olabilmesi adına Burak'ın yapabileceği bir şeyler var mı, o konuda bir bilgim yok. Mesela özellikle Avrupa'dan bir takıma transfer olmasını kolaylaştıracak böyle bir maddeyi sözleşmesinden kaldırabilir mi? Cevabı merak edilen sorulardan biri de ne olursa olsun Burak'ın Trabzonspor'dan ayrılmak isteyip istemeyeceği. Ve arkası gelen sorular sorular... 27 yaşında, iyi bir istatistikle bitirilecek bir sezonun ardından tren o istasyona uğrayacak mı? Burak o trene binip yol alacak mı? Ve daha da önemlisi Trabzonspor, Burak'a "Gideceksen böyle gitme" diyecek mi?

26 Mart 2012 Pazartesi

FIFA STREET

Panna ve Air Beatsciler! Uzun zamandır reklamları dönen Fifa Street nihayet geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. İki yıl önce PES serisini bırakıp FIFA'ya geçmiş birisi olarak Street benim de kısa sürede tutkunu olduğum oyunlar arasına girdi. Kazanırken aynı zamanda rakibinizi kızdırmaktan zevk de alıyorsanız bu oyun tam size göre. L2 ve sağ analogla birlikte sokak futbolunun en artistik hareketlerini sergiliyor, rakibinizin başını döndürüyor ve puanları topluyorsunuz. Kısacası halı sahada 10 dakika koşup nefes nefese kalan benim gibiler için güzel bir tatmin aracı. Boş vakitlerinizde önce kitap okuyun sonra da FIFA 12 ve FIFA Street oynayın!

INDESIT FOOTBALL TALENTS

Indesit, yurtdışında desteklediğim iki takım Milan ile Arsenal'in sponsorlarından biri. Ayrıca PSG ile Shakhtar Donetsk'in de. Firma bugünlerde, Liverpool'un birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de genç yetenek aradığı Futbol Prensi'ne benzer bir organizasyon düzenliyor. Dünyanın dört bir yanından 64 genç, Lugano, Walcott, Boateng ve Srna'nın da aralarında olduğu birçok futbolcuyla Arsenal'in Emirates Stadyumu'nda biraraya getirilecek. 64 gençten biri olmak için yapmanız gereken football.indesit.com ya da facebook.com/IndesitFootball'a girerek 13 Nisan'a kadar yeteneklerinizi sergilediğiniz 3 dakikadan uzun olmayan videolarınızı, 1 mb'dan büyük olmayan fotoğraflarınızı ve 2000 karakterden fazla olmayan özgeçmişinizi kaydetmeniz gerekiyor. Sonrasında jüri en çok beğenilen 250 performanstan oluşan bir liste oluşturacak. İkinci aşamada ise, Avrupa’nın dört büyük takımının ünlü oyuncularının yer aldığı jüri bu listedeki yarışmacıları değerlendirecek. 16’şar oyuncunun yer alacağı dört takım 26 Nisan 2012’de duyurulacak ve bu takımlar 15 Mayıs’ta Londra'daki finallerde karşı karşıya gelecek.

13 Şubat 2012 Pazartesi

STADIMI VERMEM

2009'da Şükrü Saraçoğlu Stadı, Uefa Kupası finaline ev sahipliği yapmıştı. O sezon Galatasaray da kupada Mart ayını gören takımlardandı ve sarı kırmızılı taraftarların en büyük arzusu ezeli rakiplerinin stadında 9 yıl önce aldıkları kupada tekrar final oynamak belki de kupayı tekrar kaldırmaktı. -O dönem konuşulan, fanatik Fenerbahçeli taraftarların böyle bir senaryonun gerçekleşmesini istemedikleri yönündeydi.- Ve Galatasaray'ın beklentisi gerçekleşmedi. Sarı kırmızılılar çeyrek finale yükselme mücadelesinde Hamburg'a elenerek kupaya veda etti.

İspanya'da da iki ezeli rakibi karşı karşıya getiren bir durum var. Bu sezonki Kral Kupası finalinin hangi stadyumda oynanacağı tartışılıyor. 20 ya da 25 Mayıs'ta oynanacak finalde Barcelona ile Athletic Bilbao karşılaşacak. Federasyon iki takımın temsilcileri ile toplantı halinde. Zikredilen stadyum da Santiago Bernabeu. Çünkü iki kulüp de final maçında tribünlere mümkün olduğunca fazla seyirci çekmeyi amaçlıyor. Barcelona açısından tek sebep bu değildir muhakkak! Kupayı ezeli rakibinin stadında kaldırmak büyük ihtimalle kaptıracakları lig şampiyonluğunun yerine bir teselli olacaktır. Doğal olarak Madrid cephesi de buna hiç sıcak bakmıyor. Madrid gazeteleri o tarihlerde statta bazı çalışmalar yapılacağını ve güvenlik konusunda sıkıntı yaşanabileceğini iddia ediyor.

Real Madrid'in finalin kendi statlarında oynanmasına sıcak bakmamasının bir numaralı nedeni kuşkusuz finalde ezeli rakibi Barcelona'nın oynayacak olması. Bununla ilgili ipuçlarını Guti twitter'dan verdi. 2004'te Real Zaragoza ile oynadıkları finali hatırlatarak "Neden biz Camp Nou'da değil de Montjuic'de oynadık? Neden hep Madrid fedakarlık yapmak zorunda? Biz centilmen insanlarız ama bir noktada kendimizi de düşünmeliyiz. Bernabeu bizim ve kararı biz veririz" dedi. 2004'teki final Barcelona şehrinin diğer takımlarından Espanyol'un stadında oynanmıştı. Guti gibi taraftarlar da Levante maçında tavırlarını koydular. Açtıkları pankartta "Kupa finali burada oynanmayacak" yazıyordu.

Federasyon kanadı Bernabeu'da oynanması için Real Madrid'e baskı yapma durumunda olmadıklarını söylüyor ve Valencia'nın stadı Mestella'yı işaret ediyor. Barcelona ve Athletic Bilbao cephesinden bununla ilgili bir geri dönüş henüz yok. Ama Santiago Bernabeu'nun kapasitesi 85500, Mestella'nın ise 52200. Yaklaşık 33 bin kişilik bir kayıp söz konusu. Stadın belirlenmesi için 10 günlük bir zaman var. Bakalım kimin istediği olacak?!

10 Şubat 2012 Cuma

GABON



2 Şubat 2012 Perşembe

YIL 2048. BÖLÜM 2.


Yıl 2048..

Yaklaşık 20 yıl önce yaşanan büyük depremler ve sonrasındaki büyük salgının ardından 1 milyar civarında insan hayatını kaybetti..

Depremden en çok etkilenen şehirlerin başında İstanbul geliyordu. Taş taş üstünde kalmadı. Onbinlerce bina yerle bir oldu. Diğerlerine göre daha yeni olmalarına rağmen 3. ve 4. köprüler yıkıldı. Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprüleri de uzun bir süre kullanılamaz hale geldi. Avrupa yakası ile Anadolu yakası birbirinden tamamen koptu. Birçok sahil şeridi sular altında kaldı. Ortaköy, Bebek, Beylerbeyi, Kanlıca diye bir yer artık yoktu. Nüfusu 150 milyonluk şehir tanınmayacak haldeydi. 50 milyona yakın insan hayatını kaybetti, geri kalanlar ise şehri terk etti. Meclis de 5 yıl aradan sonra tekrar Ankara'ya taşındı.

Hükümet vasıflı 250 bin civarında kişiyi aileleriyle birlikte 2046'da tekrar şehire yerleştirmişti. Görevleri 10 yıllık renovasyon planlaması çerçevesinde şehri yeniden yaşanır bir hale getirmekti. Can'ın dedesi ve ailesi de yıllar sonra İstanbul'a tekrar gelenler arasındaydı.

2048 yılının Aralık'ı tüm zamanların en kurak yaz aylarından biriydi. İstanbul'da yoğun kar yağışı olmayalı 36 yıl olmuştu. Dedesi, Can'a 2012 yılının kış aylarından bahsederdi. Can, eskiden Ocak ve Şubat aylarında havanın soğuk olduğunu duyduğunda şaşırmıştı.

Dedesi "İstanbul'da 2012'de öyle güzel kar yağmıştı ki anlatamam Can. Günlerce yağmıştı. Her yer bembeyazdı. Hatta İzmir'e bile 21 yıl sonra kar yağmıştı. Zaten orada yaşayanlar da bir daha göremedi. İstanbul'da normalde bile işine zar zor giden insanlar o günlerde mahvolmuştu. O zamanlar metrobüs adında saçma sapan bir ulaşım aracı icat etmişlerdi. Balık istifi gibi doluşurduk içine. Bazen nefes almakta bile zorluk çekerdik. O şartlarda işe gidip gelirdik." diye anlatmıştı o günleri, torununu İstinix'deki eski Futbol Federasyonu'nun binasının olduğu yere götürürken..

İstinix enkaz yığını halindeydi. Terk edilmiş ilçelerden biriydi. Hiç kimse yaşamıyordu. Hava karardıktan sonra oraya gitmek çok tehlikeliydi. Geceleri kurtların karınlarını doyurmak için cirit attıkları bir yer olmuştu. Uzun bir yokuştan inip düz bir alana geldiklerinde dedesi parmağıyla uzaktan gösterdi eski TFF binasını. "İşte orası. Futbol dediğimiz eski oyunu yönetenler orada çalışırdı Can." dedi. Oraya doğru yürümeye koyulduklarında dedesi de anlatmaya başlamıştı yeniden Can'a.. "Can'cığım, bina büyük depremlerden sonra ayakta kalmayı başarmıştı. Ama terkedildikten yıllar sonda o da yıkıldı. 2031'e kadar yani futbolun oynandığı son yıla kadar şampiyon olan bütün takımlar kupalarını güvenli olarak saklanması için binanın deposuna kilitlemişlerdi. Kültürel mirasımızın en önemli parçalarındandı o kupalar. Kazanmak için neler yapmıştı kulüpler. Çok para harcamışlardı. Kolay değildi tabii, onları destekleyen binlerce insan vardı. Hem onları mutlu etmek hem de daha fazlasını kazanmaktı amaçları."

Nihayet gelmişlerdi. Can bu ilk kez gördüğü yere gelirken dedesinin elini bir an olsun bırakmamıştı. O kadar çok seviyordu ki dedesini, onunla yaptığı bu kısa yolculuklar hayatının en güzel anlarıydı. Yaklaşık bir saat süren yürüyüşün ardından enkaz altındaki eski TFF binasının tam önünde durmuşlardı. Eskiden giriş kapısının olduğu yerin birkaç metre önünde duran bayrak direkleri halen ayaktaydı. Belli ki birileri yakın zamanda gelip Türk bayrağını göndere çekmişti. Çünkü yepyeni olduğu her halinden belliydi. Dedesi dalgalanan bayrağa baktı ve bir anda dalıp gitti..

Devamı yakında...

by Ali Okancı.

YIL 2048. BÖLÜM 1.

1 Şubat 2012 Çarşamba

MEHMET ALİ AYDINLAR'IN BIRAKMASINA SEVİNDİM ÇÜNKÜ...

Öncelikle bu kör olur badem gözlü olur yazısı değil. Ancak son 7 aydır izlerken üzüldüğüm, sıkıldığım çoğu zaman da kızdığım bir adam oldu Mehmet Ali Aydınlar. Göreve gelir gelmez pimi çekilmiş bombayı kucağına bıraktılar. Patlatmamak için uğraş uğraşabildiğin kadar bakalım. Neler olup bittiğini çok da fazla anlamadığı, bilgi sahibi olmadığı bir konuyla ilgili, ilk kez çalışma fırsatı bulduğu insanlarla Türk futbolunu kurtarma yükünün altına girdi. İşin içinden çıkamadı tabii. Böyle bir ortamda da çıkmasını beklemek büyük bir hayal olurdu. Kısacası;

Mehmet Ali Aydınlar’ın bırakmasına sevindim çünkü en sonunda bir şekilde bıraktığı için.

Mehmet Ali Aydınlar’ın bırakmasına sevindim çünkü spor dünyasında perde arkasında kalarak yaptıklarıyla kazandığı karizmayı gözümüzün önünde yaptıklarıyla fazlasıyla çizdirdiği için.

Mehmet Ali Aydınlar’ın bırakmasına sevindim çünkü ekibiyle(!) birlikte Türk futbolunu bundan sonra daha fazla kaosa sürüklemeyeceği için.

Mehmet Ali Aydınlar’ın bırakmasına sevindim çünkü zaten her halükarda kaosa sürükleneceğini düşündüğüm Türk futbolunun yöneticilik koltuğunda oturmayacağı için.

Mehmet Ali Aydınlar’ın bırakmasına sevindim çünkü gazete ve televizyonlarda her gün kendisini görmeyeceği için.

Mehmet Ali Aydınlar’ın bırakmasına sevindim çünkü belki herşey unutulduktan sonra futbol dışındaki branşlara daha fazla yatırım yapacağını düşündüğüm için.

Mehmet Ali Aydınlar’ın bırakmasına sevindim çünkü yüzüne başka arkasından başka konuşanlarla daha fazla muhatap olmayacağı için.

Mehmet Ali Aydınlar’ın bırakmasına sevindim çünkü kurtlar sofrasında kuzu gibi durmasına gönlüm daha fazla el vermediği için.

Mehmet Ali Aydınlar’ın bırakmasına sevindim çünkü artık kimse konuşma tarzıyla dalga geçmeyeceği için.

Mehmet Ali Aydınlar’ın bırakmasına sevindim çünkü birkaç zaman sonra belki 7 aydır yapamadığını yapacağı ve kafasını yastığa daha rahat koyacağı için.



1 Şubat'ta Gazeteport.com'da yayınlanan yazım.

UYANDIRMA ÇAĞRISI

Avrupa futbol kulüplerinin başkanları ve yöneticileri “lüks” otel odalarında dışarıdan gelen o kadar gürültüye, o kadar tantanaya rağmen uyumaya devam ediyor. Türk kulüplerinin başkanları da aynı şekilde. O kadar derin bir uykudalar ki top patlasa duymayacaklar. Diğerlerini bilmem ama bizimkilerin “kendi horlamalarından” dolayı neler olup bittiğini farketmediklerine eminim. Hatta resepsiyonist ısrarla baş uçlarındaki telefonu çaldırmaya devam ediyor, “Uyanın artık sabah oldu” diyor ama onlar bana mısın demiyor. O kadar yüksek sesle horluyorlar ki uyandırma çağrısını duyamıyorlar belki de duymazdan geliyorlar. Resepsiyonist ise ısrarla çaldırmakta haklı. Çünkü artık uyanıp kaldıkları lüks odadan ayrılmak zorundalar. Ama onlar birazcık daha bu tatlı ve derin uykuya devam etmek niyetinde.

Evet Uefa geçen hafta içinde bazı önemli bilgiler vermek için son bir uyandırma çağrısı yaptı. Eldeki veriler kulüplerin Financial Fair Play’i tam olarak anla(ya)madıklarını ortaya koyuyor. Tüm uyarılara rağmen borç 2006’dan beri her yıl katlanarak büyüyor. Evet gelirler artıyor ama zarar da aynı şekilde. 2008 ile 2010 arası net zarar 1 milyar euro arttı. 2006’da net zarar 216 milyon euroydu. 2010’da ise bu rakam 1.6 milyar euroya çıktı. Kaydedilmiş toplam borç ise inanılmaz bir seviyede, tam tamına 8.4 milyar euro. Ülke olarak adını son zamanlarda daha sıklıkla duyduğumuz Uefa Genel Sekreteri Infantino diyor ki, “Eğer bu rakamlar bile size bir şey ifade etmiyorsa o halde hemen harekete geçmeli ve yaptırımları uygulamaya başlamalıyız.”

Neydi bu yaptırımlar bir kez daha hatırlatalım. Transfer ambargosu, puan silme, kadro sınırlama, para cezaları ve eninde sonunda Avrupa kupalarından men edilme. Financial Fair Play’e göre Avrupa kulüplerinin gelecek 2 sene boyunca 45 milyon euro’dan fazla zarar etmemeleri gerekiyor. Bunu başarabilmekse özellikle transfere büyük paralar harcayan takımlar için zor görünüyor.

Türkiye’de yaşanan şike skandalı ve neticesinde futbola olan ilginin azalması (statlara gelen taraftar sayısının düşmesi ve Digitürk’e olan decoder iadeleri) kulüplerin ellerini kollarını daha da bağlıyor. Son yaşananlardan sonra da gördük ki Anadolu kulüpleri’nin %90’ı çerez tabağındaki leblebi gibi. Şam fıstıkları, bademler, tuzlu fıstıklar yeniyor onlarsa en sona bırakılıp bir kenara itiliyor. Ama günün birinde bizi de yerler düşüncesiyle o tabağın içinde olmayı ısrarla istiyorlar. Yani nefes alabilmeleri 3 büyük kulübün var olmasına bağlı. Ancak onların borcu da 1 milyar liraya yaklaştı. Yani Uefa’nın açıkladığı toplam borcun neredeyse yüzde 5’i Galatasaray, Fenerbahçe ve Beşiktaş’a ait. Avrupa kupalarına en çok katılan ve ekonomilerini buna göre düzenleyen de bu 3 takım olduğuna göre yeni yaptırımlardan en çok etkilenecek olan kulüpler de onlar olacak.

Kıssadan hisse siz halen kulislerde 58. Madde değişsin değişmesin, puan silme olsun olmasın tartışmalarıyla birbirinizi yiyin durun, her kulüp sadece kendini kurtarmayı düşünsün (1-2 kulübü ayrı tutuyorum), 7 aydır bir karar veremeden basiretsiz bir şekilde bekleyin, gün gelecek hepiniz leblebi olacaksınız. Üstelik bayat leblebi...


30 Ocak'ta Gazeteport.com'da yayınlanan yazım.

13 Ocak 2012 Cuma

YIL 2048

Yıl 2048..

Yaklaşık 20 yıl önce yaşanan büyük depremler ve sonrasındaki büyük salgının ardından 1 milyar civarında insan hayatını kaybetti..

Yetkililer daha fazla kayıbın önüne geçmek için bir takım radikal kararlar almak zorunda kaldı. Bu kararlardan biri de insanoğlunun kalabalık halde bulunmasının yasaklanmasıydı. Alışveriş merkezleri, sinema salonları, spor arenaları kapatıldı, kalabalık caddelerdeki dükkanlar bir bir kepenk indirdi. Şirketler ofislerini yeniden dizayn etti. Herkes kendilerine ayrılan fanusların içinde çalışmaya başladı. Bu yasaklardan ötürü insanoğlu zamanla en büyük zevklerinden de mahrum kaldı. Bunlardan biri de spordu.

Büyük izleyici kitlesine sahip spor dalları yasaklardan etkilenerek yavaş yavaş ortadan kaybolmuştu. Peşinden milyonları sürükleyen futbol da bunlardan biriydi. Yaklaşık 17 yıldır dünyanın hiçbir yerinde top denen yuvarlak nesnenin peşinde koşulmuyordu. Yeni nesil dedelerinden dinleyerek, youtube'da videolar izleyerek futbol denen spor dalıyla ilgili bilgi sahibi oluyordu.

İstanbul'da yaşayan 12 yaşındaki Can birçok gence göre daha şanslıydı. Can ve ailesi eski adı İstinye olan İstinix'de yaşıyordu. Can toz fırtınalarının olmadığı nispeten açık havalarda dedesiyle dolaşmaktan, ondan yıllar önce futbol dünyasında yaşanan hikayeleri dinlemekten keyif alıyordu. Dedesi de eski bir futbolcuydu. Uzun yıllar profesyonel olarak futbol oynamıştı. Bu yok olmaya yüz tutan spor dalıyla ilgili torunu Can'a birçok hikaye anlatıyor, tarihin en yetenekli futbolcularından bahsediyordu. O günleri anlatırken hasretle dolan gözleri Can'ın da hüzünlenmesine sebep oluyor, ardından 3 kişiyi çalımlayıp sağ kanada açılan topun orta olarak kendisine doğru gelmesiyle rövaşatayla topu ağlara göndermesini anlattığındaysa her ikisi de neşeleniyordu. Bu hikayeyi ilk anlattığında torunu Can "rövaşata ne, dede?" diye sormuştu. Yüzünde bir gülümseme belirmişti dedesinin. Yıllar önce bir kadına ofsaytın ne demek olduğunu anlatırken çektiği sıkıntıyı şimdi torunu Can'a rövaşatayı anlatırken çekeceğinin farkındaydı. Artık fiziki durumu futbolun en estetik hareketlerinden birini göstermesine de uygun değildi.

Günün birinde yine Can ve dedesi İstinix'de dolaşmaya çıkmıştı. Bugün dedesi Can'ı Türk futbolunu yöneten Türkiye Futbol Federasyonu adındaki kurumun bir zamanlar bulunduğu yere götürecekti. 2048 yılının Aralık ayıydı. O yaz İstanbul'da oldukça sıcak geçiyordu ve Aralık tüm zamanların en kurak yaz aylarından biriydi.

Devamı yakında...


by Ali Okancı.