anılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anılar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mayıs 2009 Pazar

MURAT MURATHANOĞLU'NUN ÖVGÜSÜ

Arkadaşlar öncelikle hepinize bu günlerde bana destek olduğunuz için çok teşekkür ediyorum. Hem bloga yaptığınız yorumlarla hem de attığınız e-mail'lerle ne kadar sevildiğimi, ne kadar doğru işler yaptığımı birkez daha anladım. Eksik olmayın, ne kadar teşekkür etsem azdır. Umarım en kısa sürede tekrar daha doğru bir ekranda sizlere seslenmeye başlayacağım. Sizi öldürmeyen şey, sizi daha da güçlendirir. Bunu aklınızdan çıkarmayın lütfen! Şimdi sizlerle Murat Murathanoğlu ile yaşadığım bir anımı paylaşmak ve sizlere özellikle nbaseverlere bir çağrıda bulunmak istiyorum...

Askerliğimi yedek subay olarak 12 ay yaptıktan sonra 2005 Ağustos'unda tekrar NTV'nin yolunu tutmuş ve bıraktığım yerden işime devam etmeye başlamıştım. Doğuş Medya, NBA TV'yi de bünyesine almıştı ve kanalda gün içinde yayınlanan 15'er dakikalık NBA Live'larda bir önceki gecenin nba maçlarının özetleri yayınlanıyordu. Askerden döndükten sonra yeni sezonda ben de bu özetleri anlatmaya başladım. Nba maçı anlatma tecrübem yoktu sadece askere gitmeden önce WNBA play-off'ları final serisinde canlı bir maç anlatmıştım o kadar. Nba Live'ı seslendirmeye başladığım ya ilk gündü ya da ikinci, tam olarak hatırlamıyorum. Akşamüstü Murat Kosova'nın masasındaki telefon çaldı. Kosova olmadığı için telefona ben baktım. Arayan kişi bu işin duayeni, bize Nba'i, basketbolu sevdiren insanların başında gelen Murat Murathanoğlu'ydu. Tanışıyorduk ama pek muhabbetim, samimiyetim yoktu kendisiyle. Açtım telefonu;
- Alo Murat Kosova'nın telefonu!

- İyi akşamlar, Kosova yok mu?

- İzinli bugün, Murat ağabey sen misin? Ali ben, Ali Okancı.

- Aaa Merhaba Ali, Kosova'ya birşey soracaktım ama sana da sorabilirim biliyorsundur belki sen de.

- Buyrun Murat ağabey, belki yardımcı olabilirim.

- Aliciğim, az önce Nba Live'ı izledim, kim seslendirdi bunu?

Bir an cevap veremedim. Sessizlik oldu. Aklıma hemen yanlış birşey söylemiş olabileceğim ya da kötü anlatmış olabileceğim geldi. Alçak ve tedirgin bir sesle;

- Eee şey, ben, ben seslendirdim Murat ağabey.

- Ali ciddi misin yawwww?!

- Evet Murat ağabey, yanlış birşey mi vardı?

- Hayır Aliciğim, yanlış birşey yok. Sadece kimin anlattığını çok merak ettim, kimse anlatan acayip beğendiğimi söyleyecektim. Valla bravo, ne kadar güzel seslendirmişsin.

- Doğru mu söylüyorsunuz, gerçekten mi Murat ağabey?

- Eveeet. Çok beğendim, aferin böyle devam et. Helal olsun valla, tebrik ediyorum seni.

- Çok teşekkür ederim Murat ağabey, bunları sizden duymak beni çok mutlu etti.

- Rica ederim, aferin aferin, böyle devam et.

O gün benden mutlusu yoktu. Pek iddialı olmadığım bir konuda, Nba maçlarını seslendirmede, çok önemli bir kişiden övgü dolu sözler duymuştum. O günden sonra Murat Murathanoğlu ile olan samimiyetimiz daha da gelişti. O'nun gözünde iyi bir Nba anlatıcısı olabilecektim. NTV'den ayrılana kadar da genelde Nba Live'ları ben seslendirmeye devam ettim. Ben şahsen Michael Jordan-Scottie Pippen ikilisinden dolayı bir Chicago Bulls hayranıyımdır. Haftada tek maçın verildiği dönemde, yanlış hatırlamıyorsam bir ara Kanal D'deydi ve Ender Bilgin anlatırdı, Chicago Bulls'un maçlarının verilmesi için dua ederdim. Şimdi Murat Kosova, Kaan Kural, Osman Sakallıoğlu ve İsmail Şenol bize Nba'yi sevdirmeye devam ediyorlar ben de fırsat bulabilirsem geceleri kalkıp izlemeye çalışıyorum. Artık bir süre çok daha kolay fırsat bulabileceğim galiba :) Ancak bunun çok uzun zaman alacağını sanmıyorum, ayrıyeten zaten yavaş yavaş da final serisine yaklaşıyoruz, sezon tamamlanacak.

Anının ardından sıra geldi çağrıya. Benim gibi Nba sevenlere bir duyuru yapmak istiyorum. Garanti, “nba skills challenge”a katılmak isteyen 13-18 yaş arası gençleri, temel basketbol yeteneklerini gösteren orijinal videolarını, 31 mayıs 2009 pazar gününe kadar www.nba-garanti.com sitesine yüklemeye davet ediyor. Gençlerin “top sürme”, “şut”, “pas”, “1’e 1 oynama” da dahil bireysel yeteneklerini sergileyen en fazla 2 dakikalık videolarına, site ziyaretçileri tarafından puan verilecek. En yüksek puanı alacak 100 kişi arasından uzman bir jüri tarafından seçilecek 30 genç, 19-21 haziran tarihleri arasında istanbul nba skills challenge kampı’na katılma hakkı kazanacak. Nba koçları ve oyuncularının gözetiminde yapılacak kampta, 30 kişi arasından performanslarına göre seçilecek 4 genç ise Ağustos’ta Orlando Magic tarafından Orlando’da düzenlenecek basketbol kampına katılacak. Kendi videolarını çekemeyen kişiler için NBA ve Garanti streetfilming (sokak çekimi) haftasonları düzenliyor.

Yarışma başlangıcı: 6 Mayıs
Street Filming: 16-17 Mayıs Caddebostan, 23-24 Mayıs İzmir Bostanlı
Son katılım tarihi: 31 Mayıs
İstanbul kampı: 19-21 Haziran Darüşşafaka
Orlando kampı: 3-7 Ağustos

Kendisine, yeteneğine güvenenlerin bu organizasyonu kaçırmamasını şiddetle tavsiye ediyorum.

http://tr.netlog.com/garantinba
http://www.myspace.com/garantinba
http://www.facebook.com/pages/Garanti-Skills-Challenge/73852529718
http://garantinba.hi5.com/
http://www.dailymotion.com/garantinba

6 Nisan 2009 Pazartesi

FIRSATLARI GÖRÜN VE DEĞERLENDİRİN

Allah mutlaka karşınıza hayatınızda birkaç kez fırsat çıkartıyor. Kimilerimiz bunları değerlendiriyor ve o zaman bunun adı şans, kimilerimizse değerlendiremiyor bunun adı da şanssızlık oluyor. M.United'lı Macheda da aynı hesap! Ona verilen fırsatı iyi değerlendirdi bu yüzden O'nu şanslı olarak niteleyebiliriz. Fırsat Rooney'nin cezalı, Berbatov'un sakat, diğer forvet oyuncularının da başta Tevez olmak üzere milli takım yorgunu olmalarından doğmuştu. Ferguson 61. dakikada 17 yaşındaki Macheda'yı oyuna soktuğunda O'ndan birşeyler bekliyordu mutlaka ama duraklama dakikalarında atacağı golle takıma galibiyet getireceğini kuşkusuz bizler gibi yaşlı kurt da bilmiyordu. 2 gündür tüm İngiliz basını Macheda'dan bahsediyor. Bir anda çok ünlü biri oldu, herkes tanıdı. En büyük şansı hocasının Ferguson olması. M.United'a şımarmadan, üzerine ekleyerek önümüzdeki yıllarda daha faydalı olacaktır.

Benim hayatımda da çoğunlukla böyle oldu arkadaşlar. Karşıma fırsatlar çıktı ve böyle zamanlarda geri adım atmak ya da olduğum yerde beklemek yerine bir adım öne attım kendimi. Gördüm fırsatı ve değerlendirdim. Üniversite 3. sınıftayken başladım çalışmaya, çünkü iletişim fakültesinde aldığım derslerin bana piyasada doğrudan katkı yapamayacağının farkına varmıştım. Kafamda 2 hedef vardı; spikerlik yapmak ve maç anlatmak. Henüz 21 yaşındayken bana da ilk kez ekrana çıkma fırsatının doğduğu günü hatırlıyorum. Üniversiteden yeni mezun olmuştum. Ama 2 yıldır TV8'de muhabir olarak çalışıyordum bile. Hem haber yazıyor hem muhabirlik yapıyordum, ayrıca izinsiz çalışıyordum. Spor müdürüm Ersan Çelik haber sunma konusundaki istek ve arzumu biliyordu. Hep bir takım elbise bulundururdum şirkette ne olur ne olmaz diye. Ama çekiniyordu beni ekrana çıkarmaya, bir türlü şans vermiyordu; ta ki spiker arkadaşlardan benden 10 yaş büyük olan Murat Öztürk (halen TV8'de çalışmaktadır) sabahki spor bültenini sunmaya geç kalana kadar. Ersan Çelik "Fırla, git giyin ve çık sun bülteni" dedi. Ayaklarım titredi, spiker masasına oturduğumda nefesimi düzenleyemiyordum heyecandan. Bülten başlamadan 2 dakika önce Murat Öztürk geldi stüdyoya. "Hayırdır! Tamam geldim ben, kalkabilirsin, ben sunacağım" dedi. Olmazdı, kalkamazdım, fırsat geçmişti bir kere elime. Hayatımın en önemli anıydı. Önümdeki yıllar, kariyerim belki de o sırada yapacağım harekete bağlıydı. "Hayır" dedim; "Ersan Çelik benim sunmamı söyledi. Lütfen kendisine söyle Murat ağabey" Sinirlendi, bir hışımla terk etti stüdyoyu. Kısa bir süre sonra da bülten başladı zaten ve çok heyecanlanmama rağmen hatasız bir şekilde sunmayı başardım. Artık muhabirlikten yavaş yavaş spikerliğe geçmiştim. Aylardır maç sonlarında kolumu ve şans eseri yüzümü gören ailem, bundan böyle takım elbise içinde beni ekran karşısında rahatlıkla da görebilecekti. Artık "Aa Ali geçen gün kolunu gördüm televizyonda" geyiklerinden de kurtulmuştum. O koltuktan kalkmadığım için bir süre Murat Öztürk'le aram bozuk olsa da sonrasında aslında benim hedefimi gerçekleştirmiş olmam da payı olduğu için mutlu olmuştu. İyi bir dostluğum vardır kendisiyle. O günlerin ardından artık önümde bir başka hedef vardı. Ancak bunu gerçekleştirmek için 4 yıl beklemem gerekti. Bunu daha önce anlatmıştım sizlere. O da bir başka fırsatı değerlendirme hikayesidir. Linki aşağıda! Sizlerin de karşınıza çıkan fırsatları görmeniz ve değerlendirmeniz dileğimle!

BLOG DÜNYASI'NDAKİ İLK YAZIM


Özel teşekkürler Murat Öztürk'e bülten sunmaya geç kaldığı için ve Osman Sakallıoğlu'na maç anlatacağından bir şekilde haberi olmadığı için!..

18 Şubat 2009 Çarşamba

ANILAR "FİGO VE BEN"

Tarih: 7 Haziran 2008
Yer: Cenevre

Euro2008'de gruptaki ilk maçımızda Portekiz'le karşılaşmışız. En azından 1 puanla ayrılmayı düşündüğümüz maçtan 2-0 yenik ayrılınca bizde moraller bozuk. Turnuvaya yenilgiyle başlamak hem takımın hem bizim canımızı fazlasıyla sıkmıştı. Maç sonrasında yaptığımız yayında biraz somurtsak da Okay Karacan'la birlikte önümüzdeki maçlara umutla baktığımızı söylüyoruz ve tebessüm ederek maçın analizini yapıyoruz.

Neyse efendim yayını yaptık saate baktık geç olmuş ama karnımız da deli gibi aç. Grupta benimle birlikte Okay Karacan, Gökmen Özdemir, Ogan Tarhan, muhabir arkadaşım Alp Şengünler ve kameraman arkadaşım Cenk Gülünay da var. Gökmen "Gelin sizi merkezde bildiğim iyi ve lüks bir yer var. Oraya götüreceğim." dedi. Takıldık Gökmen'e bir pasajın içine soktu bizi. Bizim kafalarda pasajın içinde iyi ve lüks bir yer nasıl olurki soruları oluştu ama üst kata çıktığımızda büyük bir terasın olduğunu gördük. Bahçesindeki masalar hava serin olmasına rağmen tıklım tıklım. Gökmen'in dediği kadar varmış. Restoranın adı Lipp. Bir yer bulduk zar zor kendimize. Etleri ve şarapları çok güzelmiş, siparişleri verdik yemeklerimiz geldi. Başladık.

Benim asıl hikaye de asıl şimdi başlıyor. Bir baktım Portekizli eski futbolcular da var restoranda. Hesabı ödediler kalkıyorlar. Eyvah dedim megaloman Figo da aralarında. Beni nerde görse rahatsız etmeden bırakmaz. Şöyle masanın altına bir yere saklanayım, bu adamdan kurtulamam şimdi dedimmmm tam eğilirken görmez mi beni!

"Haydaaaa sıçtık"
"Vayyy baba naber? Yaw Alicim uzun zaman oldu. Seni gördüğüme ne kadar sevindim. Bu arada nasıl koyduk ama!" demez mi?

Çattık mı belaya? "Yaw Figocum allahaşkına canım sıkkın zaten. Gelme üzerime. Şurada güzel güzel yemeğimi yiyeyim. Rahat bırak beni" dedim ama dinlemiyor.

"Gel gel Alicim lütfen, 2 tane atmışız size bu gecenin hatrına bir resim çekilmezsek olmaz. Hem bak içime kendi karikatürümün olduğu tişörtümü de giymişim."

Baktım herif yapıştı rahat bırakmıyor. Bari çekileyim şu fotoğrafı belki bırakır yakamı diye düşündüm.

"Tamam hadi o zaman. Bak ama çekildikten sonra sen de çekip gideceksin tamam mı? Kim çekecek peki?" dedim.

Bizim masadakileri gösterdi. Baktım bizimkilerin hiçbiri hevesli değil.

Okay Karacan "Ya Alicim valla ben uğraşamam. Yemeğimi yiyorum, soğutmayayım" dedi.
Gökmen Özdemir "Alicim Figo için kalkamam şimdi masadan" der gibi baktı.

Döndüm Figo'ya "sizden birileri çeksin" dedim. O sırada bir baktım koştura koştura bir heyecan Fernando Couto ile eski Fenerli Dimas geldi yanımıza.

Couto "Abi ver ben çekeyim, benim için büyük gurur olur" gibi laflar etti Figo'ya. Dimas da "Yok valla ben çekicem, Ali abiyi benim çekmem lazım" falan diye zırvaladı. Neyse çektirdik ben de poz verirken yalandan gülümsemeye çalıştım. Ama delikanlı çocukmuş, sözünü tuttu beni rahat bıraktı sonra. Hatta Couto ile Dimas da çektirmek istedi ama "Yok yok Ali Bey'i daha fazla sıkmayalım. Hadi düşün önüme gidiyoruz. Teşekkürler Alicim kendine iyi bak. İnşallah gruptan çıkarsınız" dedi ve pis pis sıratarak, dalga geçerek gitti.

İşte böyle bir geceydi. Burdan Figo'ya birkez daha selamlarımı söylüyorum.
"Yarı final oynadık Figocum naaaaberrrrrrrrr!"


*Diğer anılar için sağ sütundaki etiketler bölümünden anılar'a tıklamanız yeterli.

**Carlo Ancelotti ile olan anım çok yakında.

13 Şubat 2009 Cuma

WEMBLEY'DEKİ İLK MAÇA BEN DE GİTTİM

Selam millet ben Ali. Hep bu yüzyıldaki televizyon anılarımı anlattım sizlere, şimdi biraz daha geçmişe gitmekta fayda var. Tarih 28 Nisan 1923. Daha Türkiye'de cumhuriyet ilan edilmemiş, edilmesini bekliyoruz. Savaştan sonra İngiltere'ye geldik benim pederle. Londra tarihi günlerinden birini yaşıyor. Babamın berber dükkanında çıraklık yapıyorum. I. Dünya Savaşı çoktan bitmiş, ekonomi toparlanmaya çalışıyor. Bizim işler de kesat, babam bazen siftah yapamadan kapatıyor dükkanı.

O gün sabahtan dedimki babama "Babacığım bugün Wembley Stadı açılıyor. Gidicez di mi maça?" Babam yüzünü ekşitti; "Cepte para yok olm nasıl gidicez." "Ya baba sen gel benim arkadaşın bir köfte arabası var. Hastaymış evde yatıyor bana verdi bugünlük arabayı. Maça kadar satarız köfteleri sonra da karaborsadan alır bileti gireriz maça." Biliyorum babam benden daha çok gitmek istiyor maça. Hasta Bolton taraftarı. FA CUP finali oynanacak Bolton ile West Ham arasında. Öğleye doğru baktık herkes indiriyor kepenkleri, kapatıyor dükkanları. Babam da geldi mi gaza.

"Yürü lan velet gidiyoruz."


Acayip mutlu oldum anlatamam. Bu tarihi günü yerinde yaşayacağım ve Wembley'in önünde köfte satarak tarihe geçen ilk Türk olacağım. Stada bir gittik anam anam insan seli. Millet akıyor. Ben diyim 100 bin, siz deyin 200 bin kişi var. Benim ve babamın gözde sterlin işaretleri belirdi. Akşama kadar acayip satış yaptık. Londralılara tükürük köftelerini teker teker yedirdik. Ceplerimizden artık paralar taşıyor. Bizim köfteler bitti. Saate bir baktım maçın başlamasına 10 dakika kalmış. Etrafta karaborsacı arıyorum harıl harıl ama daha böyle bir kavram türememiş stad çevresinde. Nerden aklıma geldiyse! O sırada babam seslendi bana kalabalığın arasından.

"Lan olm gel buraya ne karaborsacısı. .iktir et! Gel ben seni sokucam stada"


Aaa bir baktım koca koca adamlar bir yere tırmanıyor. Babam çıktı önden çekti beni yukarıya. Kale arkasında zar zor bir yer bulduk. Bolton da West Ham'a 2 tane takıp kupayı kazanmaz mı! Babam acayip mutlu oldu. Hem babamın cebi para doldu hem de tuttuğu takım Wembley'deki ilk maçı kazanıp kupayı kaldırdı. O gün bugündür hiç unutmam yüzümde bir tebessümle anarım o zamanları!

3 Şubat 2009 Salı

ANILAR - 5 "RADYODA MAÇ ANLATMAK"


Bugün nedense üzerimde çok büyük bir ağırlık var. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyor. Havadan mı bilmiyorum ama bir sıkıntı var içimde. Blog bana bakıyor ben blog'a. Her pazartesi ya da salı alışmışım medya dünyasındaki anılarımı yazmaya. Yazarken o günleri tekrar hatırlamak, gülmek, gülümsemek, bunun karşılığında güzel tepkiler almak, yorumlar duymak çok güzel. Radyodan maç anlattığım dönemle ilgili komik bir anım var, yazmak istiyorum ama elim klavyeye bir türlü gitmiyor. "Hayırlara yorayım" diyorum ve ittire ittire basmaya başlıyorum klavyenin tuşlarına.

2005 Ağustos'unda askerden döndükten sonra lig başlıyor ve NTV Radyo'dan maçları yayınlanmaya başlıyoruz. Benim adıma güzel bir gelişme. Maç spikerliği benim bu mesleğe atılmamdaki 1 numaralı sebeptir. Kriket maçı da olsa farketmez önüme bir maç koyun yeterki ne olursa olsun anlatmayı çok severim. Tutkum, hırsımdır. Habertürk haber yayıncılığına ağırlık verdiği, rotasını habercilik haritası üzerinde çizdiği için bana bir süre daha beklemek düşüyor. Neyse sapmayayım ben de Habertürk gibi rotamdan ve konuya döneyim. Bu arada askere gitmeden önce NTV'de WNBA(NBA Bayanlar) maçları da yayınlanıyordu. Haftada bir verilen maçları Osman Sakallıoğlu eski bayan basketbolcu Derya Özyer'le birlikte anlatıyordu. Ben askerlik için işi bırakmadan önce Osman da yıllık izni aradan çıkarayım dedi. O gidince şampiyonu belirleyecek play off maçlarından birini anlatmak da bana kaldı. Osman da olmasa benim maç anlatmaya başlama zamanım daha geç olacaktı heralde. (Bakınız Blog Dünyası'ndaki İlk Yazım) İşin benim için daha ilginç yanı, hayatımda basketbol maçı hiç anlatmamışım, NBA maçı hem de WNBA hakgetire ve üstüne üstlük o gün yorumcu Derya Özyer de yok, hem de maç cumartesi gecesi 23:00 gibi herkesin isterse izleyebileceği makul bir saatte. Allah'a şükür kazasız belasız bitirdim. Dedim ya farketmez ne olursa olsun maç anlatmayı çok severim. Benim için çok güzel bir tecrübe olmuştu bu da.

Efendim askerden döndükten sonra radyoda maç anlatmaya başladım. Sağolsun Fuat Akdağ çok beğeniyor anlatımımı her hafta 3 büyüklerin 1 ya da 2 maçını bana yazıyor. İstanbul'daki maçları anlatmak için stada gidiyoruz, deplasman maçları içinse şirkette geniş ekranlı bir tv karşısına geçiyoruz. Çoğu radyo bu uygulamayı seçer, bilen bilir. Hatta 2005-2006 sezonunun son haftasında dönüşümlü olarak ben Ali Sami Yen'de Galatasaray-Kayserispor maçını anlatırken, Okay Karacan da şirkette Denizlispor-Fenerbahçe maçını anlatmıştı. Gurura bak. Bir zamanlar Halit Kıvanç'lar, Tansu Polatkan'lar, Orhan Ayhan'larla birlikte maç anlatmanın hayalini kuran ve gerçekleştiren Okay Karacan'la bu kez ben hayalimi gerçekleştiriyorum. O tarihi günü (lig açısından) şimdi anlatmaya gerek yok. Heyecan fırtınasının içine Okay ağabeyle birlikte mikrofon başında bırakmıştık kendimizi. O benden 16 ya da 18 dakika daha uzun anlattığı için fırtınayla daha çok başetmek zorunda kalmıştı; sonrasında ise Ali Sami Yen'de ben. :)

Gelelim bu radyo işinde başımdan geçen komik olaya. Canlı yayın büyük risktir bunu her defasında söylüyorum. Ama riskin bu yönüyle de tanışacağım aklımın ucundan geçmezdi. Böyle bir olay da heralde benim gibi talihsiz talihli bir adamın başına gelirdi. Turkcell Süper Lig'de 2006-2007 sezonu. Ligin ilk haftaları oynanıyor. Maslak'taki binamızdan tv başında Beşiktaş'ın deplasmanda Denizlispor'la oynadığı maçı anlatıyorum. Ama o an ben sözüm ona Denizli'deyim. Yani dinleyicilere Denizli'deyim demesem de değilim de demiyorum :) Önümde notlarım hazır, maçın duraksağı anlarda serpiştiriyorum aralara. Ama Ligtv yayınında bir sıkıntı var o gün. Bu sıkıntı genel mi yoksa sadece bizim şirketteki yayından mı kaynaklanıyor bilmiyorum. Maçın başında ben hararetli bir şekilde kendimi kaptırmışken olan oluyor. Yayın tak diye gidiyor. Tv karardı, bana kal geldi. N'apıcam? Hemen yanımda oturan yayını açan arkadaşım devreye giriyor ve sözüm ona teknik bir aksaklıktan dolayı yayını merkezden devralıyor.

- Değerli dinleyiciler Denizli bağlantımızla ilgili bir sorun var. Giderdikten sonra tekrar Ali Okancı'ya döneceğiz.
diyor. Ben de yanında sırıtıyorum. İki dakika sonra maç yayını tekrar geliyor benim önümdeki televizyona. İşte asıl trajedi o an başlıyor benim için. Sağ üst köşedeki skora bakıyorum, 0-0 yazıyor. Ben de hemen patlatıyorum lafları;

- Sevgili dinleyiciler sizinle olmadığımız dakikalarda Denizli'de önemli bir pozisyon olmadı. 7. dakika mücadele 0-0 devam ediyor. Şimdi Denizlispor yarı sahasının ortalarında sağ çizginin yaklaşık 1 metre uzağında Delgado topla buluştu.
diyorum ve o da ne! Nasıl yani? Bir de ne göreyim! Skor biranda değişti. Denizlispor 0 - 1 Beşiktaş oldu. Aman Allahım nasıl olur? Kim attı golü? Pası kim verdi? Atak nasıl gelişti? Nasıl bir gol oldu? Bu soruların hiçbirine verebilecek bir cevabım yok. Görmemişimki golü, bilmiyorum. Hemen interneti açtırıyorum arkadaşlara. Gökhan Zan atmış 6. dakikada. Hadi ilk sorunun cevabını öğrendik ama ya pası kimin veriği, atağın nasıl geliştiği, golün nasıl olduğu soruları! "Tamam Ali bu kez tuttun" diyorum içimden. O kısa sürede bir yandan maçı anlatmaya devam ediyorum, çenem çalışıyor durmadan bir yandan da durumu nasıl toparlayacağımı düşünüyorum. Aksiliğe bakki o gün de Ligtv vermiyor ilerleyen dakikalarda golün tekrarını bir türlü. Aklıma gelen fikrin en iyisi olduğuna kanaat getiriyorum. Golü araya bir yere yedireceğim. Aradan 10 dakika geçiyor ben hiçbir şey yokmuş gibi anlatmaya devam ediyorum. Ve benim için maçı yeniden başlatan dakika ve cümle geliyor.

- Eveeet değerli dinleyiciler maçta 17. dakika Beşiktaş Denizlispor deplasmanında 6. dakikada Gökhan Zan'ın attığı golle 1-0 önde. Golün dışında mücadelede önemli bir pozisyon yok. Denizlispor beraberlik golü için şimdi yarı sahasından atak başlatma çabasında. Kratochvil sağ kanada doğru yuvarladı meşin yuvarlağı. Az önce de söylediğim gibi Beşiktaş'ın 6. dakikada Gökhan Zan'la bulduğu golle (bulduğu golle yalnız hani kafayla mı attı, ayakla mı attı belli değil) 1-0'lık üstünlüğü devam ediyor.

Öyle gitti maç. 90.dakikada Delgado bir gol daha attı ve Beşiktaş 2-0 kazandı. Benim için de bugün sizlere anlatmamın nasip olduğu bir başka traji-komik anı olarak blog'umdaki yerini aldı. Umarım bu kasvetli ve karamsar salı gününde yüzünüzde ufak da olsa bir tebessüm yaratmayı başarmışımdır. Sağlıcakla kalın!

27 Ocak 2009 Salı

ANILAR 4 - "VAY BAŞIMA GELENLER"

2004 Ağustos'unda 3 yıllık NTV kariyerimin ardından askere gitme kararı aldım. Geleceğimi şekillendirmek için biran evvel önümdeki bu engeli kaldırmak zorundaydım. Hesaplarımı da hep kısa dönem üzerine yaptım, izin kullanmadan 5.5 ayda bitirir tekrar bıraktığım yerden iş hayatıma devam ederim diye düşündüm. Ancak evdeki hesap çarşıya uymuyor ne yazıkki! 9 Ağustus 2004 günü telefonum çaldı, dışardaydım, arayan arkadaşlarımdan biri. Nereye düştüğümüz belli olmuş, silahlı kuvvetlerin sayfasına koymuşlar. Hemen bilgisayar başında olduğunu bildiğim halamı aradım, baktı ve bana kötü haberi verdi.

- Yedek Subay, Genel Kurmay Zırhlı Birlikler Komutanlığı, Etimesgut, Ankara yazıyor.

- Ciddi misin bir daha baksana!

- Evet aynen okuduğum gibi.

Bu haberi alınca neredeyse olduğum yere yığılıyordum. Yedek Subaylık 12 ay demekti. Bu kadar uzun süre piyasadan uzak kalmak pek iyi olmayacaktı benim için. Fuat Akdağ'a haberi verdiğimde O da üzüldü. Ama "döndüğünde bekliyoruz" dedi; "Merak etme işin hazır burada." Hatta çıkışımı bile yapmadılar. NTV'nin en önemli özelliklerinden biridir bu. Herşeyden önce çok iyi bir kurumdur.

Neyse efendim ben gittim Etimesgut'a, 3 ay sonra kura çektim bileğimin hakkıyla yine başkentte kaldım. Asteğmen olarak en kebap askerliklerden birini yaptım. Her akşam saat 17'de mesaim bitiyor, 3 arkadaş ev tutmuşuz Dikmen'de, bazı günler doğrudan eve gidiyorum, bazı günler Tunalı Hilmi Caddesi'ndeki latin dansları kursuna, bazı günler de askeriyenin havuzuna ve spor salonuna gidiyorum. İstanbul'da sivil hayatta yapamadıklarımı askerde yaptım var mı böyle birşey! Allah'ın sevdiği kuluymuşum bunun farkındayım ama taki NTV'ye dönüp ekrana çıkmaya başladıktan sonra bir gece yine yönetmen Tolgay ağabeyle çalışana kadar!

İşte asıl hikaye burada başlıyor. NTV'nin başındaki isim Doğuş Yayın Grubu Başkanı Erman Yerdelen'dir. O'nu çok fazla görmezdik ama NTV'deki çoğu gelişmede, değişiklikte O'nun kararlarının payının olduğunu bilirdik. Vücuduna tam oturan takım elbiseleri, özenle taranmış saçlarıyla, karizmasıyla gerçek bir beyefendidir. Az çok gözünüzde oluşmuştur heralde. Durun resmini de koyalım; işte sağdaki, objektife bakan beyefendi.


Askerden döndükten sonra NTV'deki gece mesailerim bir süre daha devam etti. Yine gecelerden bir gece yayın akışımı güzelce yapmışım, kasetlerimi hazırlamışım. Herşeyimle hazırım spor bültenine, benden kaynaklanabilecek hiçbir sorun yok. Elimde kağıtlarla rejiye gidiyorum veeeee o da ne! Yönetmen koltuğunda yine Tolgay ağabey oturuyor. Onunla yaşadığım daha önceki birkaç kötü tecrübe hep aklımda olduğu için herşeyi 2-3 kere tembihliyorum kendisine, anlatıyorum, anlatıyorum ve stüdyoya yerleşiyorum. Spor bülteni başlıyor, günün öne çıkan haberlerini usul usul sorunsuz bir şekilde veriyoruz. Ancak haberlerin arasında Doğuş Grubu'nun bir gecesiyle ilgili gelişmeler de var. Geceye bizim grubun üst düzey yöneticileri katılmış. Önemli bir haber. Ve sıra ona geliyor. Anons ediyorum haber giriyor, ben de dikkatle izliyorum ama birden elimi ayağımı karıştıracak birşey oluyor. Haberin ortasında tam Erman Bey görüntüdeyken kasetin o bölümü pislik atmaya başlıyor. Görüntü bozuk olduğu için Erman bey neredeyse hiç gözükmüyor. Rejide yine takla attığını düşündüğüm Tolgay ağabey kulağıma sesleniyor.

- Aliiii, n'apalım. Keselim mi haberi?

- Biraz daha bekleyelim belki düzelir ağabey.
diyorum. Erman Bey'in görüntüsü bitiyor aynı anda görüntü de düzeliyor. Böyle şans olur mu yahu, nedir benim başıma gelenler diye düşünürken bülteni bitiriyorum. Reji'nin önünde geçerken içeride büyük bir sessizlik var. Tolgay ağabey uzaktan sırıtarak bağırıyor.

- Aliiii, Erman bey aradı telefon bekliyor senden

- Hadi canım, kafa bulma benimle.

- Valla bak haberin ardından telefon çaldı. Arayan Erman beydi. Hemen Ali beni arasın dedi.

- Ya Tolgay ağabey bak emin misin, gecenin bir vakti başka biri aramış olmasın. Benimle dalga geçmeyin lütfen.

- Oğlum gerçekten Erman bey aradı. Haberde kendi görüntüsü bozuk olunca sinirlenmiş heralde!

Çıktım rejiden ne yapacağıma karar vermeye çalışıyorum. Saate bakıyorum gece yarıma geliyor. Aklıma "ne zaman ne olursa olsun her türlü gelişmeden haberdar edin beni" diyen Fuat Akdağ geliyor. Arıyorum, telefonu uykulu bir ses tonuyla açıyor.

- Aloooo, efendim!

- Fuat ağabey iyi geceler, bu saatte rahatsız ettim kusura bakma
diyorum ve başımdan geçenleri anlatıyorum.

- Oğlum emin misin Erman Bey'in aradığından?

- Valla Tolgay ağabey konuşmuş ben yayındayken, arayan O'ydu diyor, yemin ediyor.

- İyi ara bakalım!
diyor. Telefonu kapattıktan sonra Erman Bey'i cebinden aramak için cesaretimi ve neler söyleyeceğimi toparladıktan sonra numaraları çeviriyorum.

- Alooooo!

- Erman Bey merhabalar. Bu saatte rahatsız ediyorum kusuruma bakmayın. Spor Servisi'nden Ali Okancı ben.

- Efendim evladım
deyince "Aman allahım" diyorum içimden kesin şimdi kovuldum. Adamcağız belliki uyuyor, uyandırdık adamı. Sesi yorgun ve uykulu geliyor.

- Erman bey arkadaşlar söyledi. Benim sizi aramamı istemişsiniz.

- Yooo nerden çıkardın?
diyor uykulu bir ses tonuyla heceleyerek. Ve ben o an içimden küfürleri saydırmaya başlıyorum Tolgay ağabeye. Bu sefer heceleyen ben oluyorum.

- Arkadaşlar öyle söyledi. Çok özür dilerim gerçekten rahatsız ettim sizi. Lütfen kusura bakmayın!

- Estaaağğfurruulllaaahhh, iiyyii gecelerrrr!

- İyi geceler efendim!

Tolgay ağabeyin yüzünden adamcağızı uykudan uyandırdım. Nedir bu Tolgay ağabeyden çektiğim. Bir koşu yanına gidiyorum rejiye. Konuştuğumu, arayanın O olmadığını söyleyince Tolgay ağabey de şaşırıyor ve sırıtmaya başlıyor. "Peki Erman Bey değilse arayan kimdi" sorusu kafamızda beliriyor.

Cevabı ertesi gün öğrendim!!!???

Cevap: Şu an Kanal 24'ün spor müdürlüğünü yapan, o zamanlar beraber çalıştığımız spiker arkadaşım Serkan Korkmaz. Evde oturmuş yayını izlerken görüyor ve O da benim gibi panik oluyor. Hemen telefona sarılıp rejiyi arıyor. Yönetmen Tolgay ağabey de o anki heyecanla "ben Serkan"ı "ben Erman" anlıyor ve benim başıma bu işleri açıyor.

19 Ocak 2009 Pazartesi

CÜNEYT AĞABEY'İN 1. ÖLÜM YILDÖNÜMÜ VE ANILAR - 3


Türk Olimpizminin anıtı, araştırmacı-yazar, duayen Cüneyt Koryürek ağabeyimizin bugün 1. ölüm yıldönümü. Az önce O'nu Harbiye'deki ofisinin bulunduğu binanın önünde sevgiyle andık. Allah bir kez daha rahmet eylesin! 1 yıl önce geçirdiği trafik kazasının ardından arkadaşım Engin Güleç'le hemen hastaneye koşmuştuk. Son nefesini vermeden 5 dakika önce gözümüzün önünden geçirerek O'nu başka bir odaya almışlardı. Televizyondaki son programı da ölümünden 1 hafta önce O'nunla ve şu an Hürriyet Gazetesi spor müdürü Mehmet Arslan'la Habertürk ekranlarında ben yapmıştım. Olimpiyatlarla ilgili sohbet etmiştik ve ben "Pekin Olimpiyatları" dedikçe O "Beijing Olimpiyatları" demişti. En sonunda dayanamayıp aramızdaki samimiyete inanarak "o zaman portakallı Beijing ördeği mi diycez Cüneyt ağabey" demiştim. Hafif sırıtarak yine öğretmen edasıyla "olmaz o zaman İstanbul'a da Konstantinapolis desinler" demişti, gülüşmüştük. Cüneyt ağebeyle ilgili birçok anım vardı. Bu hüzünlü günde hem kendimin hem de sizlerin yüzünde biraz olsun tebessüm oluşturmak adına bir anımı daha anlatayım.

Yıl 2006, askerden dönmemin ve tekrar NTV'ye başlamamın üzerinden yaklaşık 10 ay geçmişti. Atletizm dünyasının en güzel organizasyonlarından toplam 6 yarıştan oluşan Golden League yarışlarını yayınlıyorduk. Atletizmi hep Kenan Onuk'tan dinlerdik. Nasılki boks Orhan Ayhan'dan dinlenirse, atletizmde de Kenan Onuk'un sesine alışmıştık. O'nun ardından Murat Kosova bayrağı devralmıştı. Ama o dönem NBA maçları dolayısıyla Murat Kosova'nın takvimiyle Golden League takvimi uyuşmuyordu. Günlerden bir gün Sevgili Fuat Akdağ beni yine odasına çağırdı. Mesajı direkt vermeyi çok seven Fuat Akdağ;

- Evlat bu sezon Golden League yarışlarını sen anlatacaksın!
dedi. Ben dondum kaldım.

- ??!!//??!! Eee nasıl yani. Ben ve atletizm. İzlemeyi severim ama pat diye anlatmak nasıl olacak?

- Yaparsın sen! İlk yarışı Murat Kosova ile Cüneyt Koryürek anlatacak sen de yanlarında otur. Sana da söz verecekler, böylece alışırsın
dedi.

- Peki Fuat ağabey
dedim ve 2 gün sonra koşulacak yarış için çalışmaya başladım.

Cuma akşamı geldi çattı ve 2 üstat ile ben mikrofonun karşısına geçtik. Onlar başladılar anlatıyorlar arada bir espriler havada uçuşuyor, ben bazen lafa giriyorum hatta sırıkla atlamada ve yüksek atlamada bayağı bir anlatıyorum, anlattıkça kendime güvenim geliyor. Ama az sonra başıma geleceklerin farkında değilim. Yarışın sonlarına doğru 5.000 metre bayanlar finali var. Yaklaşık 15 dakika sürüyor. Murat Kosova ile Cüneyt Koryürek anlatmaya başladılar. Ben de bazen araya girip yorum yapıyorum, görüş bildiriyorum. Bir ara boğazım kurudu, baktım suyum bitmiş. Ben kalkıp su almaya giderken Etiyopyalı atlet Tirunesh Dibaba yarışı önde götürüyordu. Birkaç dakika sonra suyumu aldım tekrar yerime yerleştim. (Bundan sonrasını mümkünse heceleyerek okuyun) Kafamı kaldırdım televizyona baktım, ben giderken lider olan Dibaba yarışın son metrelerinde başka bir atleti geçiyordu. Murat Kosova heyecansız bir şekilde yarışı anlatırken ben o an gereksiz adam lafa girme gafletinde bulundum.

- Aaa bravo valla Dibaba'ya, geçilmesine rağmen pes etmedi yarışın sonlarında yeniden atak yaptı ve birinciliği aldı
dedim ve o an Dibaba finiş çizgisini geçerken odada çok büyük bir sessizlik oldu. Kafamı çevirdiğimde Murat Kosova ile rahmetli Cüneyt ağabey gözlerini faltaşı gibi açmış bana bakıyorlardı. Murat Kosova sessizliği bozarak beni yıkan, yerin dibine sokan ve o an "kimse n'olur izlemiyor olsun" diye dua ettiğim sözleri ağzından bir bir döküldü.

- Aliciğim Dibaba tur bindiriyor. Liderliği hiç bırakmadı zaten.
dedi ve ben birkez daha yokoldum. Olmamalıyım. O an uzayda yer kaplayan gereksiz bir varlıktım. Muhabirlik, spikerlik derken aynı korkuyu tekrar yaşıyor, benim için atletizm yarışları da başlarken bitti mi acaba diye düşünmekten kendimi alamıyordum.

Yarış bittikten sonra Cüneyt ağabey yanıma geldi. Benim kafa aşağıda.
- Bak oğlum atletizm yarışlarını anlatmak çok zordur. Gözünü biran olsun yarışlardan ayırmaman gerekir. Bir daha emin olmadığın konularda konuşma. Bu dua et ilk yarışında başına geldi.
dedi. O gün bugündür emin olmadığım konularda görüş bildirmemeye özen gösteriyorum. Siz de siz olun fikir sahibi olmadığınız ya da emin olmadığınız durumlarda yorum yapmaktan kaçının. Altın bir kuraldır. Özellikle canlı yayın gibi riskli işlerde! :)

14 Ocak 2009 Çarşamba

AMIGA 500'DEN SONRASI

Amiga 500'ün mahalle maçlarımızı nasıl bitirdiğini sizlere anlatmıştım.( Mahalle maçlarımızı bitiren alet ) Ben ve birkaç arkadaşım babalarımızın gücü yetmediğinden alamadığımız Amiga 500'lerin diğer arkadaşlarımızın evine girmesinin ardından ortada .öt gibi kala kalmıştık. Mahallenin köşesinde buluşur, Süleyman Seba'nın apartmanının altındaki kaldırımda zaman zaman oturur zaman zaman da etrafta turladıktan sonra can sıkıntısıyla tekrar evimizin yolunu tutardık. Sıkıntıdan çatlamak üzereydik, hergün birbirimizin yüzüne bakıp "Evet hadi n'apıyoruz" sorularından sonra yaşanan sessizliğin ardından 1 saat geçiyor, ardından aynı soru aynı sessizlik sırasıyla bu kısır döngüden kurtulamadan günlerimiz geride kalıyordu. Bazen Amiga 500'ü olan arkadaşlar evlerine oynamak için çağırsa da ben ve arkadaşlarımda o alete karşı bir antipati oluştuğundan, oynamayı çok istememize rağmen inadımızdan direniyor ve uzak durmaya devam ediyorduk.

Ama günlerin böyle geçmeyeceği belliydi. Kafasına cocacola şişesi düşen Afrikalı (Tanrılar Çıldırmış Olmalı filmi) misali bir anda bizim de hayatımız değişmeye başladı. Mahalleye büyük harflerle yazılı panosuyla BİLARDO SALONU açılmıştı. 3 arkadaş salonun önüne geçtik ve kaldırımın üzerine çıkıp hipnotize olmuşcasına gözlerimizi ayırmadan panoya baktık. Üçümüzün de kafasından aynı iki kelimenin geçtiği belliydi "kurtulduk arkadaşlar"


"Hadi girelim" dedi birisi. Elimizi ceplerimize attık, paralarımızı saydık, heralde yeter dedik ve o sihirli ilk adımı attık. Salonda Ankara'da yapılan kazılardan çıkan gıcır gıcır(!) silahlar gibi yepyeni bilardo masaları fabrikadan yeni çıkmış daha dumanı üstünde sıcacık bize bakıyordu. Elimi geçerken üzerinde gezdirdim, ilk teması sağladım ve salonun sonunda masası olan adama doğru ilerledim. Etrafta ellerinde sopalarla toplara vuran yaşı büyüklere baktıktan sonra içimde uyanan büyük arzuyla adama bilardo oynamak istediğimizi söyledim. Bıyıklı, kel ve şişko, hayatımda gördüğüm en çirkin adamlardan biri olan, sonrasında adını öğrenip çok sevdiğimiz Adnan ağabey bize küçümser bakışlar fırlattı. Sonrasında ne kadar oynayacağımızı sordu. "100 liralık" dedim ve gülmeye başladı. "Yani ne kadar süre oynamak istiyorsunuz" deyip yan tarafındaki panoyu gösterdi.

1 SAATİ 200 LİRA

Ona yarım saat oynayacağımızı söyledim ve elimize başlayacağımız saatin yazılı olduğu bir fiş ile 3 top verdi. İstakaları rastgele aldıktan sonra biz geleceğin Semih Saygıner'leri yeni oyuncağımızın başına geçtik. Oynadıkça daha fazla zevk almaya ve daha iyi oynamaya başladık. Hergün okul sonrası soluğu salonda alıyor ve ödettirmesine üç top oynuyorduk. Amiga 500'ü de, mahalle maçlarını da artık unutmuştuk. Varsa yoksa bilardo varsa yoksa kazanıp arkadaşına oynadığınız sürenin ücretini ödettirmekti artık hayat. Sonrasında 4 top ve Amerikan da bu yeni heyecanımızın enstrümanları olarak çocukluktan gençliğe adım attığımız dönemde kızlarla birlikte yerlerini almıştı. Ama idealleri olan, okumak, adam olmak isteyen ben geçen günlerin, haftaların ardından kötü bir alışkanlığa sahip olmaya başladığımızı farkettim. Çünkü bilardo salonunun arka tarafına sonradan açılan kağıt masaları arkadaşlarımı yavaş yavaş oraya doğru çekmeye başlamıştı. Bazılarımız orada kalmayı hatta çıkmamayı tercih ederken bazılarımızsa hedeflerimiz doğrultusunda silkelenerek kendimizi salondan dışarı atmayı ve ağırlığı okulumuza vermeyi seçtik.

Herşeyiyle çok güzel halen özlemle andığım günlerdi. Ama ne vardı teknoloji bu kadar gelişmese ne vardı mahalle aralarında arabaların arasında, beton üzerinde maçlarımıza biraz daha devam edebilseydik. Biz 70'li yılların sonunda doğanlar galiba biraz arada kaldık!

12 Ocak 2009 Pazartesi

ANILAR - 2 "NTV TARİHİNİN EN AĞIR RAPORU"


Yıl 2001, aylardan Haziran. 2001 krizinin ardından 2 ay işsiz kalmışım ve bir ekonomi kuralı gibi dibe vurduğumu düşündüğüm anda birden yukarı fırlamışım. NTV'deki spor spikeri arayışlarında Fuat Akdağ ile görüşme sırası bana gelmiş. Bir arkadaşım aracılığıyla kendisinden randevuyu koparmış ve en cici takımımı giyerek spor servisinin yolunu tutmuşum. İçeriye ilk girdiğim anda sol tarafta odası olan rahmetli Kenan Onuk halen gözümün önünde, gazetesini okumakla meşguldü; Allah rahmet eylesin! Sonra girişin karşısında masası olan, Halit Kıvanç ile yaptığı programlar ve Avrupa'dan Futbol'larla beni benden alan, bu işi yapacaksanız böyle yapın der gibi duran Okay Karacan çıkmıştı. Ben Fuat Akdağ'ın servisin sonundaki odasına doğru ilerlerken, önlerindeki monitörlerden yavaş yavaş kafalarını kaldıranların gözleri üzerimde toplanıyor, sözlüye kalkan bir öğrenci misali ayaklarım titreyerek öğretmen Akdağ'ın yanına doğru ilerliyordum.

- Otursana Alicim

- Teşekkür ederim Fuat Bey.

3-5 kendimi anlattıktan sonra yanımda getirdiğim daha önce yaptığım sunumların yer aldığı kaseti ona verirken, bana masasının yanında üstüste dizili onlarca kaseti gösteriyor ve benimkini en üste koyarken farkında olmadan benim umutlarımı da yavaş yavaş azaltıyordu.

- Bak Alicim burada bir sürü kaset var, sana kesin birşey söyleyemiyorum. Hayırlısı olsun!..

- İnşallah olur, burada çalışmak bana herşeyden önce onur verecek bunu bilmenizi isterim.
diyorum ve odadan çıkıyorum. Üzerime düşeni yapmışım artık top onlarda, daha fazla işsiz kalmaya tahammülüm yok, dua ederek evimin yolunu tutuyorum.

2 gün sonra telefonum çalıyor, arayan Fuat Akdağ. Bana ilkokulda ilk öğrendiğimiz cümleyi kurarak sesleniyor.

- Ali gel, sana bir deneme çekimi yapalım.

Ali Gel'e belki de ilk kez bu kadar çok seviniyorum, belliki öngörüşmemden memnun kalmış; teşekkürler Fuat Bey diyorum. Ertesi gün aynı takım elbisem yine üzerimde, başka bir tane olmadığı için kravatı farklı takıyorumki anlaşılmasın; gidiyorum, deneme çekimi yapılıyor ve beğeniyorlar. Haziran ayının sonunda işi alıyorum. Ben, çömez Ali, üniversiteden yeni mezun olmuşum, Mithat Bereket'in "siz İletişim Fakültesi mezunları ancak 3-5'iniz iyi bir televizyon ya da gazetede iş bulabileceksiniz" kötümser ama doğru yaklaşımının ardından o kontenjanın içinde kendime yer bulmanın verdiği mutlulukla her sabah NTV yollarına düşmeye başlıyorum. Ama NTV'de ekrana çıkmak o kadar kolay değil, 2-3 hafta haber yaz, kaset taşı, şunu al şunu getir'lerden sonra beni geceye kaydırıyorlar ve benim gibi yeni başlayan spiker arkadaşım Osman Sakallıoğlu ile geceleri hem spiker hem de editörlük yapmaya başlıyoruz.

İşte bu post'u girmemdeki konu da Osman'la çalıştığımız gecelerden birinde yaşanıyor. Osman benden 2 hafta sonra başladığı için ben ekrana çıkıyor 23:45 bültenlerini sunuyorum, O ise geceleri haber yazmakla yetiniyor ilk günlerinde. Gecelerden bir gece ben, Osman ve o zamanki Galatasaray muhabirimiz Harun Muslu sohbete dalıyoruz. Saate baktığımızda ise bültenin başlamasına 5 dakika kaldığını görüyoruz. Bu süre içersinde üzerimi değiştirmem, makyaj olmam, bültenin akışını hazırlamam, bunları rejiye ulaştırıp yönetmene anlatmam ve stüdyodaki masama yerleşmem gerekiyor. Bunları o süre içinde yapmam için imkansız'dan 3-5 kat daha güçlü bir anlamı olan kelime olmalıydı Türkçe'de ama yoktu. Yani o anki durumumu anlatacak bir kelime bulamıyorum halen sizlere. O günlerde adaptasyon süreci yaşayan ve akış yapmakta haklı olarak zorlanan Osman'a bağırıyorum "sen akış yap, rejiye koş ve yönetmene teslim ediver, ben üzerimi değiştirip makyaj olmadan stüdyoya koşucam" diyorum ve ecel terlerimi NTV'nin koridorlarına bırakarak yerimi alıyorum. Şansa bakınki(!) o gece de yönetmenimiz 70 yaşlarında olan, dede gibi sevdiğimiz, Aragones gibi ama daha cana yakın, sevimli bir o kadar da panik Tolgay ağabeyimiz. Osman Tolgay ağabeye akışı teslim ediyor ama hiçbir kaset hazır olmamasına rağmen, NTV dakikliği gereği jenerik dönüyor ve ben ilk haber olan Galatasaray'la ilgili gelişmeleri anons ediyorum. Ama büyük şoooook; haber girmiyor. Tolgay ağabey "sonrakine geç" diye kulağıma olanca gücüyle bağırıyor. Beşiktaş'ı anons ediyorum ama o da ne, bu haber de girmiyor! Tolgay ağabeyden yine aynı cümle bu kez çok daha güçlü ve panik bir ses tonuyla kulağımda çınlıyor; "Sonrakine geeeeçççççç" Alnımın kenarlarından terler akarken bir yandan gülümseyerek en büyük spiker yalanlarından biri aklıma geliyor "teknik bir sebepten bu haberi veremiyoruz, ilerleyen dakikalarda ekranlara getireceğiz" diyorum ve Fenerbahçe haberini anons ediyorum. Ama hayır olamaz Tolgay ağabey bu haberi de ekrana getiremiyor ve ben masanın altına saklanıp ağlamak istiyorum. Bu söylediklerim 30 saniye ile 1 dakika arasında gerçekleşiyor arkadaşlar ve en sonunda 4. haberden sonrakileri ekrana getirmeyi başarıyoruz ama 10 dakikalık bülteni 5 dakika yapıp çıkıyoruz. Bültenin ardından rejiye gidiyorum ve Osman "70 yaşındaki adama burada 5 dakika boyunca takla attırdık" diyor ve biz süper ikili(?) başımıza gelen ve gelecekleri düşünerek biraz tırsarak biraz da gülerek işimizi bitirip eve gidiyoruz.

Gece çalıştığımız için işe normalde akşam 5 gibi gidiyorduk ancak ertesi sabahın erken saatlerinde cep telefonum Fuat Akdağ tarafından çaldırılınca öğleye doğru Osman'la birlikte kendimizi O'nun odasında bulduk. Fuat Akdağ'ın elinde bazı kağıtlar vardı ve bize doğru sallıyordu.

- Bu ne arkadaşlar? N'aptınız böyle! NTV tarihinin en ağır raporu var elimde.

"Tamam" diyorum içimden "al işte Ali, Fatih Hoca değil ama Fuat Akdağ senin mesleki kariyerini bitirecek."

Müdür'e durumu anlatıyoruz ve akıbetimizin ne olacağını beklemeye başlıyoruz. Neyseki bu bizim ilk vukuatımız. Daha dakkatli olmamız uyarıları eşliğinde kazasız belasız bu işten kurtuluyoruz ama o dönem üstlerimizde büyük bir güven kaybı yarattığımızın da farkındayız. Juventus gibi 2. lige gönderilmeyip Milan gibi -8 puanla lige geri dönüyoruz Osman'la :)))

Buradan Fuat Akdağ'a yıllar sonra sesleniyorum; "Fuat ağabey gerçekten o rapor NTV tarihinin en ağır raporu muydu?"

8 Ocak 2009 Perşembe

MAHALLE MAÇLARIMIZI BİTİREN ALET


Bu arkadaş Commodore 64'ün ardından 1980'lerin sonunda piyasaya çıktığında ben de ilkokulu bitirmek üzereydim. Daha önce ben de diğer üstatlarım da kendi bloglarında mahalle maçlarıyla ilgili, ondan aldığımız zevkten, geleneklerinden, enstrümanlarından bahsetmiştik. Güzel güzel her akşam bazen eve bile uğramadan çantaları bir köşeye koyar, ilkokul formalarımızı üzerine bırakır, takımları kurduktan sonra maça başlardık. İşte yukarıda gördüğünüz Amiga 500 İstanbul Beşiktaş'taki mahallemize ulaştığında yakında olacakların farkında değildim.


Günler geçiyor, Amiga 500 yavaş yavaş evlere giriyor buna paralel olarak da sokağa inen çocuk sayısı azalıyordu. Mahallenin zengin çocukları anne babalarına bu yeni cihazı aldırmış, eve gelip onun başına oturmaya başlamış, sokağa çıkmaz olmuşlardı. Günlerden bir gün takım kurmak için adam bile bulamamaya başladık. Eve geliyorum üstümü çıkartıp sokağa fırlıyorum, Tolga'ya bağıyorum, duymuyor zile basıyorum en sonunda cama çıkıyor "yok gelemem", Aytuğ'a bağırıyorum "yok oyun oynıycam", Gökhan, Tufan, Anıl da gelemiyor! Hepsi odalarında bazen bizi de davet ettikleri şimdiki video oyun konsollarının ataları sayılan Commodore 64 ve Amiga 500'lerle meşgul. Benim gibi 3-5 arkadaşımın evine maddi gücümüz olmadığı için giremeyince bu sayıyla oynayabileceğimiz, içinde topun geçtiği oyunları oynamaya başlıyoruz. Ancak birşeyin de farkındayız; hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Aradan geçen birkaç yılın ardından biz 3-5 arkadaş başka bir oyunun farkına varıyoruz??? Çok yakında!

6 Ocak 2009 Salı

ANILAR - 1 "FATİH HOCA VE BEN"


10 yıldır tv dünyasındayım ve spor servislerinde çalışıyorum. Mesleğe 2000 yılında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nden mezun olmadan önce 1999'da TV8'de muhabir olarak başladım. Ardından kısa bir Kanal 6 ve sonrasında ise 7 yıllık NTV kariyerimin ardından 1 yıldır da Habertürk spor servisinde çalışmaktayım. Futbolcularla, teknik adamlarla, yöneticilerle, meslekteki arkadaşlarımla birçok anım var. Bunlardan bazılarını dizi halinde sizlerle paylaşmak istiyorum. İlk olarak da TV8'deyken yaşadığım o zamanlar trajik şimdi ise bana çok komik gelen bir olayı anlatayım.

Yıl 1999. Galatasaray gruptan çıkmış ve Uefa Kupası'nda yoluna devam ediyor. 23 Kasım'da Bologna ile deplasmanda karşı karşıya gelecekler. Ben de TV8'de muhabirlik yapmaya yeni yeni başlamışım. Müdürüm "dede" lakaplı Haluk Usel yanına çağırdı "Evlat Galatasaray bugün İtalya'ya gidiyor, havalimanına git, takımı gönder ve bir röportaj patlat" dedi ve gazı verdi. Ben de acar muhabir hemen yola düştüm, havalimanına gittim. Basın orada, bayağı kalabalık, ben de girdim aralarına beklemeye başladık takımı. Fatih Hoca karizmasıyla o dönem çok daha etkili, takım gruptan çıkmış havaları bir hayli iyi. Neyse yarım saatlik beklemenin ardından "takım geldi" dediler. Uğultular yükseldi, tüm basın kapıya doğru yöneldik. Vatandaşlar biz basın sürüsünü görünce şaşkınlıkla izlemeye başladılar. Kameramanlar kameralarını aldılar omuzlarına, benim sırtımda çanta elimde mikrofon ilk soruyu sormak için kalabalığın önünde kendime yer bulmaya çalışıyorum. Fatih hoca önden giriyor, kontrolden geçiyor, bize doğru geliyor, benim ayaklarım titriyor, bir yandan kafamda soruyu tutmaya çalışıyorum. Fatih hoca yakınımıza gelip duruyor, ilk ben mikrofonu uzatıyorum veeeeee kal geliyor. Unuttum soruyu. Fatih hoca bana, ben ona bakıyorum. 2-3 saniyelik zaman içersinde hayatım gözümün önünden geçiyor. Fatih hoca "Eeee" diyor, ben kendime geliyorum, hemen bir soru uyduruyorum.

- Eeee hocam, yeni bir Avrupa macerası başlıyor, ne düşünüyorsunuz?

Hoca duruyor ve beni yerle bir eden cevabını veriyor.

- Ne Avrupa macerası kardeşim, ne macerası! Nerden buluyosunuz bu çoluk çocuğu!
diyor ve ben, acar muhabir kalabalığın arasına tünüyorum, kaybolup gidiyorum. O an bir hiç olmuşum. Meslek benim için başlarken bitmiş.

Röportajlar yapılıyor, canım acayip sıkkın bir şekilde takım gittikten sonra şirketin yolunu tutuyorum. Dede "olur böyle şeyler kafanı takma, yıldırmasın böyle şeyler seni" diyor, o gece benim gözüme uyku girmiyor, rüyamda Fatih hocayı görürüm diye uyumuyorum :))))

Yıllar sonra şimdi Fatih Terim'le aram çok iyi. NTV'de çalışırken 2 sene önce sık sık spor servisini ziyarete gelirdi. Günlerden bir gün ben, O ve Haluk Yürekli oturuyoruz. Cesaret buldum ve bu anımı anlattım. Bana "yok canım yapmamışımdır öyle birşey, hatırlamıyorum ama yaptıysam da özür dilerim" dedi. Bense "önemli değil hocam aşkolsun" dedim ve bayağı bir gülüştük. Euro 2008'de de yaklaşık 40 gün boyunca beraberdik. Biraraya geldiğimizde baba-oğul gibi bir ilişkimiz vardır. Kendisine buradan birkez daha sevgi ve saygılarımı yolluyorum.

*Bu arada anılarımı yazmam için bende fikir uyandıran futbolpazarı'na teşekkür ediyorum. Avrupa'dan maçların videolarını izlemek için onun bloğunu takip etmenizi tavsiye ederim.