17 Kasım 2011 Perşembe
ÜZÜNTÜNÜN SEVİNCİ BASTIRDIĞI AN
Futbol hayatın tam ortasında derler ya gerçekten de öyle! Yukarıdaki fotoğraf bir teselliyi, bir desteği, acının paylaşımını anlatıyor. Portekizli futbolcu Carlos Martins, Bosna Hersek ile oynadıkları play-off rövanş maçının son dakikalarında Helder Postiga'nın yerine oyuna girdiğinde bedeni belki çimlerin üzerindeydi ama aklı 3 yaşındaki oğlu Gustavo'daydı. Oğluna birkaç aydır yapılan testlerin sonucunu almayı bekliyordu. Ve tam da bu kritik maçtan sadece birkaç saat önce sonuç belli oldu. Gustavo lösemiydi. Haberi Portekiz milli takımının doktoru maçın ardından soyunma odasında paylaştığında oyuncuların sevinçleri kursaklarında kalmıştı. Tüm futbolcular Euro 2012 vizesini almalarının mutluluğunu bir kenara bırakıp Martins'in etrafını sardılar. Gözyaşlarına hakim olamayan Martins'i ellerinden geldiğince teselli etmeye çalıştılar. Gustavo'nun acil olarak kemik iliği nakline ihtiyacı var. Baba Martins eşiyle birlikte bu videoda yardım isteğinde bulunuyorlar. Futbol Federasyonu ve başta Ronaldo olmak üzere futbolcular da uygun bir donör bulunması için twitter üzerinden girişimlere başladılar. Benfica kulübü de internet sitesinden çağrıda bulundu. Çiçeği burnunda bir baba olarak böyle bir üzüntüyü çok daha iyi anlayabiliyorum. Acil şifalar diliyorum.
16 Kasım 2011 Çarşamba
BİR DEVİR KAPANDI
Bana göre bir devir artık kapandı. Kapanmaması da kaçınılmazdı. Beklenen sondu ve belki de uzatılmış bir sondu. Ha bitti ha bitti derken (bunu bir temenni olarak söylemiyorum) son atımlık barut Hiddink de karavanaya gitti. Derwall ve Piontek ile ivme kazanan yabancı teknik adam modası Rijkaard, Schuster ve Hiddink gibi isimlerle -sebep ne olursa olsun günün sonunda başarısız oldukları için- yolların ayrılmasıyla yeni bir moda başlayana kadar sona erdi. Artık meşhur yabancı hocaların çalışması için ne medya ne futbolcu ne de taraftar kitlesi açısından sağlıklı bir ortam var bu topraklarda. İnanç kalmadı onlara.. Vakit onlara teşekkür etme vakti..
80'lerin sonu 90'ların başında hem altyapısı kötü hem de olanakları yetersiz Türk futboluna gerçekten birşeyler katmak, yanlışları düzeltmek, gelişim kazandırmak için bilgi ve birikimi yüksek yabancı hocalara ihtiyaç olduğu bir gerçekti. O kadar geri kalmış bir noktadaydık ki daha dibe vurmamız da imkansızdı zaten. Bu ülke sahasında 3-0 yenildiği bir maçın rövanşında rakibini halen endişelendirebiliyorsa onların ve yetiştirdiklerinin yaptıklarına çok şey borçlu. Fatih Terim ve Mustafa Denizli gibi başarıya aç ve hırslı teknik adamların son 20 yıl içinde yaptıkları, onların oluşturdukları iskelet ve yarattıkları güven duygusuyla Şenol Güneş gibi felsefik ve sistematik bir çalışma prensibine sahip teknik adamın milli seviyede çıtayı daha da yükseltmesi alttan gelen genç isimlere yönelik modayı daha da pekiştirdi.
Ve moda artık tamamen yerli. En azından gelecek birkaç sene içinde milli takım ve büyüklerin koltuğuna bu sınırlar dışından ünlü birinin oturacağını hiç sanmıyorum. Bir süre en fazla yerli inşaat şirketlerinin reklamlarında görürürüz. Galatasaray'ın Fatih Terim ile, Beşiktaş'ın Tayfur Havutçu çıktığı zaman onunla, Fenerbahçe'nin Aykut Kocaman ile, Trabzonspor'un Şenol Güneş ile, Bursaspor'un Ertuğrul Sağlam ile onlar istemedikleri sürece, takımlarını şampiyon yapmasalar bile kolay kolay yollarını ayıracağını zannetmiyorum.
Milli takım koltuğuysa ateşten gömleklerin en acıtanı. Medya Abdullah Avcı ismine sıkı sıkıya sarılmış durumda. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz tabii ki. O koltuğa da bir yerliyi oturttuklarında rahatlayacaklar. Muhtemelen makul bir rakama çalışacağı için ne kazandığı ne de tazminatı bu kadar yazılıp çizilecek. Herkesin kafası rahat olacak yani. Avcı gelecek dertler bitecek. Gelir de dünya kupasına götüremezse bile hemen bir halef bulunmayacak. En azından ümit ediyorum. Haksız mıyım sevgili medyam?! Haydi hayırlısı!
80'lerin sonu 90'ların başında hem altyapısı kötü hem de olanakları yetersiz Türk futboluna gerçekten birşeyler katmak, yanlışları düzeltmek, gelişim kazandırmak için bilgi ve birikimi yüksek yabancı hocalara ihtiyaç olduğu bir gerçekti. O kadar geri kalmış bir noktadaydık ki daha dibe vurmamız da imkansızdı zaten. Bu ülke sahasında 3-0 yenildiği bir maçın rövanşında rakibini halen endişelendirebiliyorsa onların ve yetiştirdiklerinin yaptıklarına çok şey borçlu. Fatih Terim ve Mustafa Denizli gibi başarıya aç ve hırslı teknik adamların son 20 yıl içinde yaptıkları, onların oluşturdukları iskelet ve yarattıkları güven duygusuyla Şenol Güneş gibi felsefik ve sistematik bir çalışma prensibine sahip teknik adamın milli seviyede çıtayı daha da yükseltmesi alttan gelen genç isimlere yönelik modayı daha da pekiştirdi.
Ve moda artık tamamen yerli. En azından gelecek birkaç sene içinde milli takım ve büyüklerin koltuğuna bu sınırlar dışından ünlü birinin oturacağını hiç sanmıyorum. Bir süre en fazla yerli inşaat şirketlerinin reklamlarında görürürüz. Galatasaray'ın Fatih Terim ile, Beşiktaş'ın Tayfur Havutçu çıktığı zaman onunla, Fenerbahçe'nin Aykut Kocaman ile, Trabzonspor'un Şenol Güneş ile, Bursaspor'un Ertuğrul Sağlam ile onlar istemedikleri sürece, takımlarını şampiyon yapmasalar bile kolay kolay yollarını ayıracağını zannetmiyorum.
Milli takım koltuğuysa ateşten gömleklerin en acıtanı. Medya Abdullah Avcı ismine sıkı sıkıya sarılmış durumda. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz tabii ki. O koltuğa da bir yerliyi oturttuklarında rahatlayacaklar. Muhtemelen makul bir rakama çalışacağı için ne kazandığı ne de tazminatı bu kadar yazılıp çizilecek. Herkesin kafası rahat olacak yani. Avcı gelecek dertler bitecek. Gelir de dünya kupasına götüremezse bile hemen bir halef bulunmayacak. En azından ümit ediyorum. Haksız mıyım sevgili medyam?! Haydi hayırlısı!
10 Mayıs 2011 Salı
NURİ ŞAHİN RÖPORTAJI
Marca gazetesinde bugün yayınlanan röportajın tamamı...
Soru: Tebrikler. Real Madrid'e transfer oluyorsun.
Cevap: Çok teşekkür ederim. Benim için çok mutlu bir gün. Son birkaç günün ardından bugün benim için çok özel. Real Madrid tarafından istenmek her gün olan birşey değil.
S: Real Madrid'in seninle ilgilendiğini ne zaman öğrendin?
C: Menajerim bana söyledi. Ve herşey çok çabuk gelişti. İlk tepkim gülümsemek oldu. Sonra ne zaman sonuçlanacak diye düşünmeye başladım. Bu geçen kısa süre oldukça heyecanlıydı ve asla unutmayacağım. Anlaşmaya varıldığında kim olduğumu hayal etmeye başladım. "Ben Nuri, artık Real Madrid'in adamıyım, Real Madrid'in futbolcusuyum." diye düşündüm. Eşsiz bir histi.
S: Başka teklifler de vardı. Arsenal, Manchester United, Bayern Münih gibi. Neden Real Madrid?
C: Çok basit. Çünkü Real Madrid dünyanın en büyük kulübü. Zor bir tercih olmadı. Eğer sizi Real Madrid çağırıyorsa Real Madrid'e gidersiniz. Para ya da başka birşeyle ilgisi yok. Sadece Real Madrid o kadar. En büyük tarih onların. Real Madrid'e kimse hayır diyemez.
S: Borussia Dortmund'u bırakmak da kolay değil, öyle değil mi?
C: Evet, nasıl Real Madrid'e kimse hayır diyemez diyorsam, benim için Dortmund'u bırakmak da o kadar kolay değil. Borussia Dortmund bana çok şey verdi. Bu yüzden basın toplantısı düzenleyerek allahısmarladık demek istedim. Dortmund'a ve taraftarlarına saygılı davranmam gerekirdi. Burada ilk kez 16 yaşında forma giydim ve onlara çok şey borçluyum. Veda etmek kolay değil ama insanlar benim kararımı anlamalı. Borussia her zaman kalbimde olacak ve üyelik kartımı hep yanımda taşıyacağım.
S: Madrid'de beklentilerin ne?
C: Amacım, benden beklenen herşeye karşılık verebilmek. Dediğim gibi Real Madrid dünyanın en büyük kulübü ve nereye gittiğimin farkındayım. Benim için yeni bir kulüpte yeni bir mücadele başlıyor. Kendimi geliştirmeye devam edeceğim. Daha uzun bir yolum var. Çünkü daha çok gencim.
S: 22 yaşındasın. Real Madrid'de mücadele etmeye hazır hissediyor musun kendini?
C: Eğer korkun var mı diye soruyorsanız, kesinlikle hayır. Bu mücadeleye hazırım. 16 yaşındayken Borussia'nın formasını giydim ve 50.000 kişinin önüne çıktım. Baskıya alışığım, bunu geçmişte fazlasıyla yaşadım. Real Madrid gibi bir kulüpte oynamaya hazırım. Madrid'de oynamak bir hayaldi ama hedef değil. Hedefim burada başarılı ve kalıcı olmak.
S: Bana kendinden bahset biraz da. Kendini bir futbolcu olarak nasıl tanımlarsın?
C: Kendi hakkımda konuşmayı pek sevmem. Bunu size bırakıyorum. Oyuncu olarak takımıma bağlı biri olduğumu söylemeliyim. Profesyonelce çalışırım. Güçlü ve zayıf olduğum yanlarımın farkındayım. Çok çalışıp Real Madrid'e faydalı olacağım.
S: Mourinho ile konuştun mu? Ne dedi sana?
C: Evet konuştuk ve benim için çok özel bir andı. Size ne konuştuklarımızı söylemem çünkü özel şeylerdi. Ama benim için çok önemliydi.
S: Teknik direktörlüğü için ne söyleyeceksin?
C: Dünyanın en iyilerinden. Onunla çalışmak istemeyecek futbolcu yoktur. Benim için büyük bir ayrıcalık. Onunla çalışmaktan onur duyacağım. Bunun için sabırsızlanıyorum.
S: Ya Mesut Özil?
C: O benim iyi bir arkadaşım. Adapte olmamda yardımcı olacağı için kendimi güvende hissediyorum. Her iki ya da üç günde bir konuşuyoruz. Harika bir sezon geçiriyor. 1 yılını tamamlamış olacak ve bana fazlasıyla yardımcı olacak. Onunla beraber oynamaktan çok mutlu olacağım.
S: Mesut yeni takımınla ilgili neler söyledi?
C: Eşsiz bir kulüp olduğunu, futbol oynamaktan zevk aldığını ve kendini geliştirdiğini söylüyor. Madrid'de futbolcular farklı bir boyutta oynuyor. Bu çok güzel.
S: O da senin geliyor olmandan mutlu mu?
C: Tabii ki! Çok mutlu.
S: Peki Madrid şehri için neler söyleyeceksin?
C: Yaşamak için çok güzel bir şehir. Ama Dortmund da öyle! :) İnsanların dostça olduğunu ve futbolu çok sevdiklerini biliyorum. Ama benim için en önemlisi kulüp. 24 saatimi futbolu düşünerek yaşıyorum.
S: Evli misin, bekar mı?
C: Evliyim. Hayatım çok sakin ve düzenli.
S: Ronaldo, Casillas ve Alonso gibi oyuncular için neler söyleyeceksin?
C: Dünyanın en iyi futbolcuları. Real Madrid mükemmel oyunculara sahip. Onlarla birlike oynamak inanılmaz olacak.
S: Önümüzdeki günlerde Madrid'e gelip yeni takımının maçını izleyecek misin?
C: Bilmiyorum. Kulüple ne zaman Madrid'de olacağımı görüşeceğim. Daha hiçbir plan yapmadık.
S: Bernabeu'yu biliyor musun?
C: Evet milli takımla orada maç yapmıştık. Olağanüstü. Oraya çıkıp yukarı doğru baktığında vay be diyorsun. Orada oynamanın hayalini kurmuştum. İlk kez oynadığım zamanı da unutamıyorum. Kaybetmiştik ama kendimi çok şanslı hissetmiştim.
S: Şimdi artık yeni bir rakibin var, Barcelona.
C: Barcelona da çok büyük bir takım. Ama konuşmak için biraz erken. Bundesliga'da sezon henüz bitmedi.
S: Real Madrid'e bir diz sakatlığıyla birlikte katılıyorsun. Bu seni endişelendiriyor mu?
C: Hayır. Çünkü yeni sezonun başlamasına daha var. Sakatlığım geçiyor ve hiçbir endişe taşımıyorum. Sakatlıktan kurtulmak için çok çalışıyorum. İnsanlar kuşku duymamalı, Real Madrid'de oynamamı engelleyecek bir durumum yok. Sakatlığım çok ciddi değil.
S: Dört dil konuştuğun doğru mu?
C: Evet. Türkçe, Almanca, İngilizce ve Hollandaca.
S: İyi bir öğrenci miydin yoksa dil öğrenme konusunda yetenekli misin?
C: Her ikisi de. Dil öğrenme konusunda sıkıntı çekmiyorum. Geleneklerini ve kültürünü bildiğinizde öğrenmek de kolay oluyor. İspanyolcayı da hızla öğreniyorum.
S: Borussia'da 8 numarayı giyiyordun. Ama Real Madrid'de 8 numara Kaka'nın. Bu konuda talebin oldu mu?
C: Hayır lütfen! Böyle şeylere çok fazla önem veren bir oyuncu değilim. Hafta boyunca çok çalışırım ve kadroya girmek için çaba sarfederim. Benim için önemli olan futboldur, diğer şeyler değil.
ENLERİ
Otomobil: Audi S5.
Renk: Beyaz.
Şehir: İstanbul. Tatile gitmek içinse Antalya.
Stadyum: Santiago Bernabeu ve tabii ki Borussia Dortmund.
Film: Denzel Washington'ın oynadığı tüm filmler. O dünyanın en iyi aktörü.
Kitap: Simyacı.
Müzik: R&B ve tüm Türkçe şarkılar.
Hobi: Ailemle zaman geçirmek ve play station oynamak.
Hayal: Real Madrid ile şampiyonlar ligi şampiyonu olmak.
Dilek: Tüm ailem için sağlık.
Sevdiğin şeyler: Yemek yemek ve uyumak.
Sevmediğin şeyler: Yalanlar.
Telefonunun melodisi: Şampiyonlar ligi müziği. Eylül ayından itibaren canlısını duyacağım.
Bir kadın adı: Tuğba, eşimin adı.
Soru: Tebrikler. Real Madrid'e transfer oluyorsun.
Cevap: Çok teşekkür ederim. Benim için çok mutlu bir gün. Son birkaç günün ardından bugün benim için çok özel. Real Madrid tarafından istenmek her gün olan birşey değil.
S: Real Madrid'in seninle ilgilendiğini ne zaman öğrendin?
C: Menajerim bana söyledi. Ve herşey çok çabuk gelişti. İlk tepkim gülümsemek oldu. Sonra ne zaman sonuçlanacak diye düşünmeye başladım. Bu geçen kısa süre oldukça heyecanlıydı ve asla unutmayacağım. Anlaşmaya varıldığında kim olduğumu hayal etmeye başladım. "Ben Nuri, artık Real Madrid'in adamıyım, Real Madrid'in futbolcusuyum." diye düşündüm. Eşsiz bir histi.
S: Başka teklifler de vardı. Arsenal, Manchester United, Bayern Münih gibi. Neden Real Madrid?
C: Çok basit. Çünkü Real Madrid dünyanın en büyük kulübü. Zor bir tercih olmadı. Eğer sizi Real Madrid çağırıyorsa Real Madrid'e gidersiniz. Para ya da başka birşeyle ilgisi yok. Sadece Real Madrid o kadar. En büyük tarih onların. Real Madrid'e kimse hayır diyemez.
S: Borussia Dortmund'u bırakmak da kolay değil, öyle değil mi?
C: Evet, nasıl Real Madrid'e kimse hayır diyemez diyorsam, benim için Dortmund'u bırakmak da o kadar kolay değil. Borussia Dortmund bana çok şey verdi. Bu yüzden basın toplantısı düzenleyerek allahısmarladık demek istedim. Dortmund'a ve taraftarlarına saygılı davranmam gerekirdi. Burada ilk kez 16 yaşında forma giydim ve onlara çok şey borçluyum. Veda etmek kolay değil ama insanlar benim kararımı anlamalı. Borussia her zaman kalbimde olacak ve üyelik kartımı hep yanımda taşıyacağım.
S: Madrid'de beklentilerin ne?
C: Amacım, benden beklenen herşeye karşılık verebilmek. Dediğim gibi Real Madrid dünyanın en büyük kulübü ve nereye gittiğimin farkındayım. Benim için yeni bir kulüpte yeni bir mücadele başlıyor. Kendimi geliştirmeye devam edeceğim. Daha uzun bir yolum var. Çünkü daha çok gencim.
S: 22 yaşındasın. Real Madrid'de mücadele etmeye hazır hissediyor musun kendini?
C: Eğer korkun var mı diye soruyorsanız, kesinlikle hayır. Bu mücadeleye hazırım. 16 yaşındayken Borussia'nın formasını giydim ve 50.000 kişinin önüne çıktım. Baskıya alışığım, bunu geçmişte fazlasıyla yaşadım. Real Madrid gibi bir kulüpte oynamaya hazırım. Madrid'de oynamak bir hayaldi ama hedef değil. Hedefim burada başarılı ve kalıcı olmak.
S: Bana kendinden bahset biraz da. Kendini bir futbolcu olarak nasıl tanımlarsın?
C: Kendi hakkımda konuşmayı pek sevmem. Bunu size bırakıyorum. Oyuncu olarak takımıma bağlı biri olduğumu söylemeliyim. Profesyonelce çalışırım. Güçlü ve zayıf olduğum yanlarımın farkındayım. Çok çalışıp Real Madrid'e faydalı olacağım.
S: Mourinho ile konuştun mu? Ne dedi sana?
C: Evet konuştuk ve benim için çok özel bir andı. Size ne konuştuklarımızı söylemem çünkü özel şeylerdi. Ama benim için çok önemliydi.
S: Teknik direktörlüğü için ne söyleyeceksin?
C: Dünyanın en iyilerinden. Onunla çalışmak istemeyecek futbolcu yoktur. Benim için büyük bir ayrıcalık. Onunla çalışmaktan onur duyacağım. Bunun için sabırsızlanıyorum.
S: Ya Mesut Özil?
C: O benim iyi bir arkadaşım. Adapte olmamda yardımcı olacağı için kendimi güvende hissediyorum. Her iki ya da üç günde bir konuşuyoruz. Harika bir sezon geçiriyor. 1 yılını tamamlamış olacak ve bana fazlasıyla yardımcı olacak. Onunla beraber oynamaktan çok mutlu olacağım.
S: Mesut yeni takımınla ilgili neler söyledi?
C: Eşsiz bir kulüp olduğunu, futbol oynamaktan zevk aldığını ve kendini geliştirdiğini söylüyor. Madrid'de futbolcular farklı bir boyutta oynuyor. Bu çok güzel.
S: O da senin geliyor olmandan mutlu mu?
C: Tabii ki! Çok mutlu.
S: Peki Madrid şehri için neler söyleyeceksin?
C: Yaşamak için çok güzel bir şehir. Ama Dortmund da öyle! :) İnsanların dostça olduğunu ve futbolu çok sevdiklerini biliyorum. Ama benim için en önemlisi kulüp. 24 saatimi futbolu düşünerek yaşıyorum.
S: Evli misin, bekar mı?
C: Evliyim. Hayatım çok sakin ve düzenli.
S: Ronaldo, Casillas ve Alonso gibi oyuncular için neler söyleyeceksin?
C: Dünyanın en iyi futbolcuları. Real Madrid mükemmel oyunculara sahip. Onlarla birlike oynamak inanılmaz olacak.
S: Önümüzdeki günlerde Madrid'e gelip yeni takımının maçını izleyecek misin?
C: Bilmiyorum. Kulüple ne zaman Madrid'de olacağımı görüşeceğim. Daha hiçbir plan yapmadık.
S: Bernabeu'yu biliyor musun?
C: Evet milli takımla orada maç yapmıştık. Olağanüstü. Oraya çıkıp yukarı doğru baktığında vay be diyorsun. Orada oynamanın hayalini kurmuştum. İlk kez oynadığım zamanı da unutamıyorum. Kaybetmiştik ama kendimi çok şanslı hissetmiştim.
S: Şimdi artık yeni bir rakibin var, Barcelona.
C: Barcelona da çok büyük bir takım. Ama konuşmak için biraz erken. Bundesliga'da sezon henüz bitmedi.
S: Real Madrid'e bir diz sakatlığıyla birlikte katılıyorsun. Bu seni endişelendiriyor mu?
C: Hayır. Çünkü yeni sezonun başlamasına daha var. Sakatlığım geçiyor ve hiçbir endişe taşımıyorum. Sakatlıktan kurtulmak için çok çalışıyorum. İnsanlar kuşku duymamalı, Real Madrid'de oynamamı engelleyecek bir durumum yok. Sakatlığım çok ciddi değil.
S: Dört dil konuştuğun doğru mu?
C: Evet. Türkçe, Almanca, İngilizce ve Hollandaca.
S: İyi bir öğrenci miydin yoksa dil öğrenme konusunda yetenekli misin?
C: Her ikisi de. Dil öğrenme konusunda sıkıntı çekmiyorum. Geleneklerini ve kültürünü bildiğinizde öğrenmek de kolay oluyor. İspanyolcayı da hızla öğreniyorum.
S: Borussia'da 8 numarayı giyiyordun. Ama Real Madrid'de 8 numara Kaka'nın. Bu konuda talebin oldu mu?
C: Hayır lütfen! Böyle şeylere çok fazla önem veren bir oyuncu değilim. Hafta boyunca çok çalışırım ve kadroya girmek için çaba sarfederim. Benim için önemli olan futboldur, diğer şeyler değil.
ENLERİ
Otomobil: Audi S5.
Renk: Beyaz.
Şehir: İstanbul. Tatile gitmek içinse Antalya.
Stadyum: Santiago Bernabeu ve tabii ki Borussia Dortmund.
Film: Denzel Washington'ın oynadığı tüm filmler. O dünyanın en iyi aktörü.
Kitap: Simyacı.
Müzik: R&B ve tüm Türkçe şarkılar.
Hobi: Ailemle zaman geçirmek ve play station oynamak.
Hayal: Real Madrid ile şampiyonlar ligi şampiyonu olmak.
Dilek: Tüm ailem için sağlık.
Sevdiğin şeyler: Yemek yemek ve uyumak.
Sevmediğin şeyler: Yalanlar.
Telefonunun melodisi: Şampiyonlar ligi müziği. Eylül ayından itibaren canlısını duyacağım.
Bir kadın adı: Tuğba, eşimin adı.
5 Mayıs 2011 Perşembe
UNITED
The Damned United'ın ardından BBC'den harika bir yapım daha; UNITED. Busby Babes (Busby Bebeleri) olarak adlandırılan Matt Busby yönetimindeki genç Manchester United takımını ve o takımdan 8 futbolcunun ölümüyle sonuçlanan 1958 Şubat'ında Münih'te yaşanan uçak kazasını konu olan şahane bir film. 24 Nisan'da BBC Two'da gösterildi. Film 1956'da efsane isim Bobby Charlton'ın Manchester United takımında ilk kez şans bulduğu günlerde başlıyor. Videoda yardımcı antrenör Jimmy Murphy'nin Bobby Charlton'ı gaza getirmek için Old Trafford Stadı'nın ortasında yaptığı konuşma var. Torrenti internete düşmüş, filtreyi yemeden indirip izlemek lazım.
NURİ GİDECEK Mİ?
Cevabı merakla beklenen soru bu. Ama bu soruyu şöyle sorsak daha doğru ederiz belki; Borussia Dortmund Nuri'yi bırakacak mı? Real Madrid'in büyük bir ısrarla istediğini biliyoruz. En azından Marca gazetesi muhabirini Dortmund'a yolladığına ve gece gündüz takip ettirdiğine göre bundan eminiz. Nuri "Lütfen benden geleceğimle ilgili birşeyler söylememi beklemeyin." dese de İspanyollara göre onun da gönlü fazlasıyla Real Madrid'de. "Khedira'dan daha iyi" diyorlar Nuri için. Bence de kesinlikle daha iyi. Top, Nuri'yi bırakmak istemeyen Borussia Dortmund'da. Eğer bırakırlarsa da 20 milyon euro'dan aşağı bir rakama kabul etmeyecekler.
24 Şubat 2011 Perşembe
PAVEL NEDVED: BENİM NORMAL HAYATIM
Pavel Nedved'in ilk otobiyografisi. Prag kulüpleri Dukla ve Sparta'da profesyonel futbola adım atışı, ardından İtalya'ya transferi. 5 yıl formasını giydiği Lazio ile çıktığı Roma derbileri. Sonrasında milyonları daha fazla etkilediği Juventus'a geçişi ve Torino'da yaşadığı 9 yıl. Uruguaylı takım arkadaşı Montero onun için "Biz antrenmana başlamadan önce o sahanın etrafında tek başına koşardı. Şimdiye kadar gördüğüm en profesyonel futbolcuydu" diyor.
Kariyerinde birçok başarıya ulaştı. Bunun yanında hayal kırıklıkları da oldu muhakkak ki. Bunların başında da 2003'de Old Trafford'da Milan'a penaltılarla kaybettikleri Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu geliyordur. Aynı yıl dünyada yılın futbolcusu seçildiğini de unutmamak lazım. Çıkardığı formasının ardından şimdi takım elbisesi ile Juventus'un yönetim kurulunda görev yapıyor. Ama her sabah eşofmanlarıyla yine sahada koşmaya da devam ediyor. Bu topraklarda çeviren biri olursa alır okuruz. Türkiye'ye bir türlü gerçekleşmeyen(!) transferinden de bahsetmiş midir acaba?
Kariyerinde birçok başarıya ulaştı. Bunun yanında hayal kırıklıkları da oldu muhakkak ki. Bunların başında da 2003'de Old Trafford'da Milan'a penaltılarla kaybettikleri Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu geliyordur. Aynı yıl dünyada yılın futbolcusu seçildiğini de unutmamak lazım. Çıkardığı formasının ardından şimdi takım elbisesi ile Juventus'un yönetim kurulunda görev yapıyor. Ama her sabah eşofmanlarıyla yine sahada koşmaya da devam ediyor. Bu topraklarda çeviren biri olursa alır okuruz. Türkiye'ye bir türlü gerçekleşmeyen(!) transferinden de bahsetmiş midir acaba?
23 Şubat 2011 Çarşamba
MANGO ERKEĞİ
Son 2 yıldır erkek modasına da yönelen İspanyol markası Mango 2011 için Pique ile anlaştı. Sahadaki iyi futboluna Shakira ile olan beraberliği de eklenince değişik kesimlerde de popüler olmaya başladı tabii. İlgi artıyor çocuğa. Katalan basını da takımın son maçlardaki performans düşüşünün nedenlerini değişik yerlerde arıyor. Xavi'ye sormuşlar, "Shakira ile olan beraberliği Pique'yi etkiliyor mu?" diye baba da gülerek "Neler yaşadıklarını bilmiyorum ki. Ama her zamanki gibi sakin ve şakalarını yapıyor. Sıkıntılı gözükmüyor." demiş.
17 Şubat 2011 Perşembe
İBRAHİM & GATTUSO
Biri 37, diğeri 33 yaşında. İkisi de aşağı yukarı aynı zamanlarda (1999 ve 2000)gelmiş takımlarına. İkisi de profesyonellikleri sayesinde kaptan olmayı başarmış. İkisi de takımı için sonuna kadar mücadele eder. Belki yetenekleri sınırlıdır ama hırsları ve azimleriyle açıklarını her zaman kapatmışlardır. İkisi de formaları sırılsıklam olana kadar pes etmez. İkisinin de deli olduğu söylenir. Ki öyledirler de. Yeri gelir tartışır, yeri gelir itişir kakışır, yeri gelince tekmeye kafa uzatırlar. Taraftarlarının gözünde, kalbinde yer etmelerinin sebebi de en çok budur. Ve bu iki adamın iki gün arayla yine delilikleri tuttu.
Birinin soyunma odasında takım arkadaşına yumruk attığı ortaya çıktı. Teknik direktörü ve yönetimi bu olay üzerine onu gözden çıkardı. İşvereni basının karşısında kendisine teşekkür edip güle güle dedi. 11 yıllık Beşiktaş yolculuğu üzücü bir olayla sona erdi. Evet suçluydu belki de ama etrafındakilerden hiçkimse sahip çıkmadı ona. Kimse düşünmedi yıllar sonra çocuğu "Baba 11 yıl formasını giydiğin takımdan neden ayırdılar seni?" diye sorduğunda ne cevap vereceğini. Öyle ya, dünya kulübü olma yolunda ilerleyene kavga eden bir oyuncuyu kadroda tutmak yakışmazdı. Tüm dünyanın takip ettiği bir kulüp radikal bir karar almak zorundaydı. Çok ayıptı bu yaşananlar! Cık cık cık!
Diğeri ise dünya kulübü olma yolunda ilerleyen değil bizzat dünya kulüplerinden birinde oynuyor. O, İstanbul'daki meslektaşı gibi soyunma odasında 20 kişinin önünde değil, Şampiyonlar Ligi gibi önemli bir platformda, sahanın ortasında, milyonlarca insanın önünde yaptı yine deliliğini. Rakip takımın yardımcı antrenörüne kafa attı. Herkes şimdi onun UEFA'dan ne ceza alacağını konuşuyor. 3 maç mı, 5 maç mı? Alacak, bu hareketi muhakkak ki cezasız kalmayacak, kalmamalı da. Peki ya kulübü? Dünya kulübü Milan kendilerini elaleme rezil eden futbolcusunu kovmayacak mı peki? Galiba kovmayacak(!). Yöneticileri yaptığının doğru olmadığını savunsa da oyuncusunun arkasında duruyor. "Olayda tahrik var, onu da gözden kaçırmayın. Gattuso bizim için 104 Avrupa maçına çıktı, sadece 1 kez o da şu an ki takım arkadaşı Ibrahimoviç ile tatsız bir olay yaşamıştı o kadar." diyerek yıllarca kendilerine hizmet etmiş oyuncularına sahip çıkıyorlar. Daha da önemlisi "Gattuso bu formayı giymeye, kaptanımız olarak sahaya çıkmaya devam edecek" diyorlar.
İşte iki deli, işte iki hikaye. Ben bilemedim. Bizimkiler mi daha dünyalı onlar mı?
Birinin soyunma odasında takım arkadaşına yumruk attığı ortaya çıktı. Teknik direktörü ve yönetimi bu olay üzerine onu gözden çıkardı. İşvereni basının karşısında kendisine teşekkür edip güle güle dedi. 11 yıllık Beşiktaş yolculuğu üzücü bir olayla sona erdi. Evet suçluydu belki de ama etrafındakilerden hiçkimse sahip çıkmadı ona. Kimse düşünmedi yıllar sonra çocuğu "Baba 11 yıl formasını giydiğin takımdan neden ayırdılar seni?" diye sorduğunda ne cevap vereceğini. Öyle ya, dünya kulübü olma yolunda ilerleyene kavga eden bir oyuncuyu kadroda tutmak yakışmazdı. Tüm dünyanın takip ettiği bir kulüp radikal bir karar almak zorundaydı. Çok ayıptı bu yaşananlar! Cık cık cık!
Diğeri ise dünya kulübü olma yolunda ilerleyen değil bizzat dünya kulüplerinden birinde oynuyor. O, İstanbul'daki meslektaşı gibi soyunma odasında 20 kişinin önünde değil, Şampiyonlar Ligi gibi önemli bir platformda, sahanın ortasında, milyonlarca insanın önünde yaptı yine deliliğini. Rakip takımın yardımcı antrenörüne kafa attı. Herkes şimdi onun UEFA'dan ne ceza alacağını konuşuyor. 3 maç mı, 5 maç mı? Alacak, bu hareketi muhakkak ki cezasız kalmayacak, kalmamalı da. Peki ya kulübü? Dünya kulübü Milan kendilerini elaleme rezil eden futbolcusunu kovmayacak mı peki? Galiba kovmayacak(!). Yöneticileri yaptığının doğru olmadığını savunsa da oyuncusunun arkasında duruyor. "Olayda tahrik var, onu da gözden kaçırmayın. Gattuso bizim için 104 Avrupa maçına çıktı, sadece 1 kez o da şu an ki takım arkadaşı Ibrahimoviç ile tatsız bir olay yaşamıştı o kadar." diyerek yıllarca kendilerine hizmet etmiş oyuncularına sahip çıkıyorlar. Daha da önemlisi "Gattuso bu formayı giymeye, kaptanımız olarak sahaya çıkmaya devam edecek" diyorlar.
İşte iki deli, işte iki hikaye. Ben bilemedim. Bizimkiler mi daha dünyalı onlar mı?
15 Şubat 2011 Salı
GUTI RÖPORTAJI
İspanyol Cadena Ser Radyosu'ndan José Ramón de la Morena Guti ile özel bir söyleşi gerçekleştirdi. O sohbetten önemli satırbaşlarını toparlamaya çalıştım.
-------------------------------------------------------------------------------------
Guti İstanbul'un Asya yakasında yaşıyor. Çok büyük bir evi var. Ancak yaşadığı yeri "öğrenci evi" diye tanımlıyor. Tek başına yaşadığı bu evin çok az kısmını kullanıyor. En çok vaktinin geçtiği yer de mutfak. "Eğer karnımı doyurmak istiyorsam yemek yapmalıyım. Annem telefonda bana nasıl yapmam gerektiğini anlatıyor. Mutfakta kendimi son dönemde bir hayli geliştirdim." diyor. 6 aydır Türkiye'de yaşıyor. "Burada arkadaşlarım var. Onları ziyaret ediyor çoğu zaman da dışarıda bir yerlere gidiyoruz." diyerek vaktinin güzel geçtiğini anlatıyor Guti.
Yaşadığı şehir İstanbul'u ise "Çılgın bir şehir. Trafik rezalet" diye tanımlıyor. Asya yakasında yaşamasının sebebi hem tesislere yakın hem de Avrupa yakasına oranla daha sakin ve düzenli olması. Her sabah 9'da kalkıyor, tesislere gidiyor, kahvaltısını yapıyor ve antrenmana çıkıyor. Ardından da evde yemekle uğraşmamak için öğle yemeğini de tesislerde yiyor. Türkçe bilmemesine rağmen iletişim konusunda sıkıntı yaşamıyor. "Buraya geldiğimden beri İngilizcem çok gelişti. Bunun faydasını ömrüm boyunca göreceğime inanıyorum" diyor. Türk insanı ile ilgili olaraksa "İlk anda biraz mesafeli gibi gözüküyorlar. Ancak öyle değil. Bana her zaman birşeyler ikram ediyorlar. Fotoğraf çekilmek istediklerinde onları hiç kırmıyorum." şeklinde konuşuyor.
İspanya liginde hakemle, rakip oyuncularla ve zaman zaman da takım arkadaşlarıyla tartışan Guti bu durumu bakın nasıl tanımlıyor; "Sinirlendiğim zaman 10 saniye beklemeliyim. Sonra yatışıyor ve hemen sakin biri oluyorum. O zaman kendi kendime konuşarak durumu daha iyi analiz etmeye başlıyorum."
Şu meşhur alkol kontrolünü kendisine sorduğumda "Eğer birileri basına haber vermeseydi olay bu kadar büyümeyecekti. 2 saat boyunca beni emniyete götürmeleri için olay yerinde bekledim. Bu sırada da kameralar geldi. Onları görünce çok sinirlendim. Ama başıma gelenler için hem kendi hem de ailem adına çok üzgünüm." diye cevap veriyor.
Guti oldukça dürüst davranıyor ve Real Madrid'i çok özlediğini söylüyor. "Herkes dünyanın en iyi takımında oynamak ister" diyen Guti, Mourinho'nun çok iyi bir teknik adam olduğunu ve Real Madrid'e çok şey verdiğini söylüyor. Guti, İstanbul'da Real Madrid'in bütün maçlarını izliyor ve eski takımının Barcelona'nın işini zorlaştıracağına inandığını belirtiyor.
Real Madrid konusunda sıkıntılı olduğu şeyler de var. Bunların başında da altyapıdan eskisi kadar oyuncunun çıkmaması. Kadrosuna yabancı genç isimleri katmasıyla ilgili olarak "Altyapıya ne olduğunu anlayamıyorum. Real Madrid fabrikasının kalitesinde bir düşüş olduğu ortada." diyor Guti.
Guti kendisi gibi Real Madrid'i bırakıp Schalke'ye transfer olan Raul ile her zaman iyi bir arkadaş olmuştur. "Onunla sık sık konuşuyorum. Ailesiyle birlikte Almanya'da oldukça mutlu. İkimiz de çok mutluyuz. Onu yarın Valencia karşısında izleyeceğim. Çok zorlu bir maç olacak." diyerek bitiriyor sözlerini İspanyol yıldız.
-------------------------------------------------------------------------------------
Guti İstanbul'un Asya yakasında yaşıyor. Çok büyük bir evi var. Ancak yaşadığı yeri "öğrenci evi" diye tanımlıyor. Tek başına yaşadığı bu evin çok az kısmını kullanıyor. En çok vaktinin geçtiği yer de mutfak. "Eğer karnımı doyurmak istiyorsam yemek yapmalıyım. Annem telefonda bana nasıl yapmam gerektiğini anlatıyor. Mutfakta kendimi son dönemde bir hayli geliştirdim." diyor. 6 aydır Türkiye'de yaşıyor. "Burada arkadaşlarım var. Onları ziyaret ediyor çoğu zaman da dışarıda bir yerlere gidiyoruz." diyerek vaktinin güzel geçtiğini anlatıyor Guti.
Yaşadığı şehir İstanbul'u ise "Çılgın bir şehir. Trafik rezalet" diye tanımlıyor. Asya yakasında yaşamasının sebebi hem tesislere yakın hem de Avrupa yakasına oranla daha sakin ve düzenli olması. Her sabah 9'da kalkıyor, tesislere gidiyor, kahvaltısını yapıyor ve antrenmana çıkıyor. Ardından da evde yemekle uğraşmamak için öğle yemeğini de tesislerde yiyor. Türkçe bilmemesine rağmen iletişim konusunda sıkıntı yaşamıyor. "Buraya geldiğimden beri İngilizcem çok gelişti. Bunun faydasını ömrüm boyunca göreceğime inanıyorum" diyor. Türk insanı ile ilgili olaraksa "İlk anda biraz mesafeli gibi gözüküyorlar. Ancak öyle değil. Bana her zaman birşeyler ikram ediyorlar. Fotoğraf çekilmek istediklerinde onları hiç kırmıyorum." şeklinde konuşuyor.
İspanya liginde hakemle, rakip oyuncularla ve zaman zaman da takım arkadaşlarıyla tartışan Guti bu durumu bakın nasıl tanımlıyor; "Sinirlendiğim zaman 10 saniye beklemeliyim. Sonra yatışıyor ve hemen sakin biri oluyorum. O zaman kendi kendime konuşarak durumu daha iyi analiz etmeye başlıyorum."
Şu meşhur alkol kontrolünü kendisine sorduğumda "Eğer birileri basına haber vermeseydi olay bu kadar büyümeyecekti. 2 saat boyunca beni emniyete götürmeleri için olay yerinde bekledim. Bu sırada da kameralar geldi. Onları görünce çok sinirlendim. Ama başıma gelenler için hem kendi hem de ailem adına çok üzgünüm." diye cevap veriyor.
Guti oldukça dürüst davranıyor ve Real Madrid'i çok özlediğini söylüyor. "Herkes dünyanın en iyi takımında oynamak ister" diyen Guti, Mourinho'nun çok iyi bir teknik adam olduğunu ve Real Madrid'e çok şey verdiğini söylüyor. Guti, İstanbul'da Real Madrid'in bütün maçlarını izliyor ve eski takımının Barcelona'nın işini zorlaştıracağına inandığını belirtiyor.
Real Madrid konusunda sıkıntılı olduğu şeyler de var. Bunların başında da altyapıdan eskisi kadar oyuncunun çıkmaması. Kadrosuna yabancı genç isimleri katmasıyla ilgili olarak "Altyapıya ne olduğunu anlayamıyorum. Real Madrid fabrikasının kalitesinde bir düşüş olduğu ortada." diyor Guti.
Guti kendisi gibi Real Madrid'i bırakıp Schalke'ye transfer olan Raul ile her zaman iyi bir arkadaş olmuştur. "Onunla sık sık konuşuyorum. Ailesiyle birlikte Almanya'da oldukça mutlu. İkimiz de çok mutluyuz. Onu yarın Valencia karşısında izleyeceğim. Çok zorlu bir maç olacak." diyerek bitiriyor sözlerini İspanyol yıldız.
RONALDO'NUN VEDASI
"Milan'da oynarken hipotiroidizm rahatsızlığına yakalandığımı öğrendim. Bu metabolizmayı yavaşlatan bir rahatsızlık. Bunu kontrol etmek için bazı hormonlar almaya başladım. Bu hormonlar da kilo almama sebep oluyor. Kilolarımla dalga geçen bazı insanlar şimdi herhalde bundan pişman olmuşlardır. Futbol oynamayı halen çok istiyorum. Ama bazı şeylere yenildim ne yazık ki! Vücudum bu savaştan galip çıktı ve beni çok sevdiğim yeşil sahalardan alıkoydu."
14 Şubat 2011 Pazartesi
MICKEY'NİN YENİ ROLÜ
Bu adamın yıllar geçtikçe tipi biraz daha kaydı ve kaydıkça sanki daha bir aktör oldu. Daha adam gibi rolleri kapmaya başladı. The Wrestler'da canlandırdığı karakter onun için tam da biçilmiş kaftandı. Oskar'a da çok yaklaşmıştı ama Sean Penn'e geçildi. Büyük ödülü kaybetse de uzun yıllar sonra Hollywood'da işlerinin açıldığı kesin. Bu kez bir rugby oyuncusunu canlandıracak. Galli oyuncu Gareth Thomas'ın hayatını oynayacak. 36 yaşındaki Thomas'ın aktif sporculuğu halen devam ediyor. Peki nedir Gareth Thomas'ın filmini yapacak kadar onu cazip kılan? Gay olduğunu açıklayan tek profesyonel sporcu olması. 2009'un Aralık ayında bunu kamuoyu ile paylaşmıştı. Öncesinde yaşadığı bir evliliğin de olduğunu belirtelim. 4 yıl evli kalan Thomas'ın eşi Jemma 3 kez düşük yapmış. Trajik bir öyküsü var gibi gözüküyor. 58 yaşındaki Rourke'un 36 yaşındaki Thomas'ı nasıl oynayacağını bekleyip görelim. Sağlam bir rejim ve makyaja ihtiyacı olacağı kesin. Yukarıda da Millennium Stadı'nda hem rugby ile hem de Gareth Thomas ile ilgili ilk izlenimlerini ediniyor.
11 Şubat 2011 Cuma
İYİ OLAN KAZANSIN
Yeni bir programa başlıyoruz. Her cumartesi 12:10'dan itibaren Kanal 24 ekranlarında Değer Okşar, Habertürk Gazetesi İddaa eki yayın yönetmeni Ozan German ile birlikte Spor Toto Süper Lig, İngiltere Premier Lig, İspanya La Liga, Almanya Bundesliga, İtalya Serie A'da oynanacak maçları değerlendirecek. Karşılaşmaların analiz ve yorumları, son dakika gelişmeleri ve daha fazlası ”İyi Olan Kazansın”da olacak.
XAVI
"Arsenal'i izlemek neredeyse Barcelona'yı izlemek gibi. Fabregas ve Nasri, ben ve Iniesta gibi oyuncular. Ama aradaki fark şu; Arsenal'deki her oyuncu her nerden geldiyse oranın sisteminin bir ürünü. Ama Barcelona'daki oyuncular 10-12 yıldır bu takımın içinde. Burada ilk günden itibaren size düşünerek oynamayı öğretiyorlar. Bu kulübe adımınızı attığınıza yapmanız gereken ilk şey rondo (ortada sıçan). Düşünüyorsun, düşünüyorsun, düşünüyorsun. Topa sahip olma sorumluluğunu ve onu kaybetmenin verdiği utancı kavramaya başlıyorsun. Topu almadan önce kafanı kaldırıp etrafa bakarsın. Boş bir alanda mısın değil misin kontrol edersin. Sonra kim boştaysa ilk fırsatta topu ona gönderirsin. Modern futbol oldukça hızlı, topa iki kez dokunmaksa artık yavaşlık demek."
Mevzu ancak bu kadar güzel anlatılır. Röportajın tamamının Türkçe çevirisi Barış Gerçeker'in blogunda, eline sağlık.
Mevzu ancak bu kadar güzel anlatılır. Röportajın tamamının Türkçe çevirisi Barış Gerçeker'in blogunda, eline sağlık.
SECRETARIAT
Spoiler içerir.
Beyazperdede daha önce birkaç yarış atının hikayesini daha izlemiştik. Seabiscuit bunların en sonuncusuydu. Ta ki Secretariat gelene kadar. Big Red lakaplı at tüm zamanların en iyi ikinci yarış atı kabul ediliyor. 3 yaş safkan yarış atlarının katıldığı Amerika Birleşik Devletleri Triple Crown'ı 1973'te 25 yıl aradan sonra kazanan ilk at olma özelliğini taşıyor Secretariat. Mayıs ve Haziran'ın ilk günleri arasında üstüste koşulan Kentuck Derby, Preakness Stakes ve Belmont Stakes yarışlarından oluşan bu organizasyonu kazanmak son derece zor kabul ediliyor. 1919 yılında bu yana sadece 11 at bunu başarabilmiş. 1978'den bu yana da kazanabilen yok.
Secretariat gerçekten mucizevi bir at. Sanki bu dünyadan değil gibi. Kentuck Derby ve Belmont Stakes'deki rekorunu kırabilen henüz çıkmadı. ESPN Classic'in "Büyük Sportif Performanslar" kategorisindeki listesindeki tek insan olmayan. Aynı zamanda efsane NBA oyuncusu Wilt Chamberlain'in bir maçta attığı 100 sayının ardından Secretariat, Belmont Stakes'deki performansıyla da (filmde en büyük rakibi Sham'e attığı farkı göreceksiniz) ikinci sırada.
Gelelim filme. Türkiye'de bugün gösterime girdi. Dün akşam TJK'nın davetlisi olarak yöneticiler, at sahipleri ve jokeylerden oluşan çok yabancı olduğum bir toplulukla izleme şansı buldum. Salondakilerin "Böyle bir ata binmek, böyle bir ata sahip olmak ne harika olurdu" sözlerinin yanısıra Secretariat'ın kazandığı yarışların ardından kopan alkışların arasında yüzümde çoğu zaman gülümsemeyle bu mükemmel at kadar Diane Lane ve John Malkovich'in oyunculuklarına da bir kez daha hayran kaldım. Filmi alıp götürenler onlar. Diane Lane'i en son Richard Gere'i aldatan eş rolünde Unfaithful(Sadakatsiz)'da izlemiştim. Beyaz perdenin en güzel kadınlarından biri olduğunu düşünmüşümdür hep. 46 yaşındaki aktris Secretariat'ta da her zamanki gibi yine çok hoştu. Secretariat'ın sahibi Penny Chenery'i canlandırıyor. Annesinin ölümünün ardından hem hasta olan babasına bakmak hem de çocukluğunun geçtiği ve maddi anlamda zarar eden çiftliği tekrar ayağa kaldırmak için eşini ve 4 çocuğunu bırakarak (tamamiyle değil tabii) atlarla ilgilenmeye başlıyor. Secretariat'a inanan ve zaferlere koşması için büyük çaba sarfeden Penny Chenery, karşısına çıkan engellere boyun eğmeyen ve erkeklerin dünyasında var olmayı başaran bir kadın. John Malkovich ise emeklilik zamanı gelmiş, cüzdanında kariyerinde hiç kazanamadığı yarışların gazete küpürlerini saklayan antrenör Lucien Laurin'i oynuyor. Birbirinden renkli ve uyumsuz kıyafetleriyle dikkat çeken Laurin, Fransız-Kanadalı, sinirlendiğinde kendi kendine Fransızca konuşan eski bir jokey aynı zamanda. Secretariat'ın zafere koşmasında Kanadalı jokeyi Ron Turcotte'un da payı büyük.
Filmde efsane atın Triple Crown'ı kazandığı yarışlara tanıklık ediyoruz. Yarışlar sırasındaki çekimler ve ses efektleri oldukça etkileyici. Sadece ikinci yarış olan Preakness Stakes'te kolaycılığa kaçmışlar. Yarışı bize televizyondan orjinal yayını izleterek geçiştiriyorlar. Filmin son anlarında tribünde Diane Lane'in etrafındaki kalabalığa da dikkat edin. Yönetmen izleyicilere hoş bir sürpriz yapıyor. O kalabalıkta ne olduğunu film bittikten sonra size gösteriyorlar. :) Atları seviyorsanız mutlaka izleyin derim. İzmir'e giderken Karacabey Harası'nın önünde aracımı kenara çekip uzaktan atları izleyen biri olarak filmi izlerken keyif aldığımı söylemeliyim.
Beyazperdede daha önce birkaç yarış atının hikayesini daha izlemiştik. Seabiscuit bunların en sonuncusuydu. Ta ki Secretariat gelene kadar. Big Red lakaplı at tüm zamanların en iyi ikinci yarış atı kabul ediliyor. 3 yaş safkan yarış atlarının katıldığı Amerika Birleşik Devletleri Triple Crown'ı 1973'te 25 yıl aradan sonra kazanan ilk at olma özelliğini taşıyor Secretariat. Mayıs ve Haziran'ın ilk günleri arasında üstüste koşulan Kentuck Derby, Preakness Stakes ve Belmont Stakes yarışlarından oluşan bu organizasyonu kazanmak son derece zor kabul ediliyor. 1919 yılında bu yana sadece 11 at bunu başarabilmiş. 1978'den bu yana da kazanabilen yok.
Secretariat gerçekten mucizevi bir at. Sanki bu dünyadan değil gibi. Kentuck Derby ve Belmont Stakes'deki rekorunu kırabilen henüz çıkmadı. ESPN Classic'in "Büyük Sportif Performanslar" kategorisindeki listesindeki tek insan olmayan. Aynı zamanda efsane NBA oyuncusu Wilt Chamberlain'in bir maçta attığı 100 sayının ardından Secretariat, Belmont Stakes'deki performansıyla da (filmde en büyük rakibi Sham'e attığı farkı göreceksiniz) ikinci sırada.
Gelelim filme. Türkiye'de bugün gösterime girdi. Dün akşam TJK'nın davetlisi olarak yöneticiler, at sahipleri ve jokeylerden oluşan çok yabancı olduğum bir toplulukla izleme şansı buldum. Salondakilerin "Böyle bir ata binmek, böyle bir ata sahip olmak ne harika olurdu" sözlerinin yanısıra Secretariat'ın kazandığı yarışların ardından kopan alkışların arasında yüzümde çoğu zaman gülümsemeyle bu mükemmel at kadar Diane Lane ve John Malkovich'in oyunculuklarına da bir kez daha hayran kaldım. Filmi alıp götürenler onlar. Diane Lane'i en son Richard Gere'i aldatan eş rolünde Unfaithful(Sadakatsiz)'da izlemiştim. Beyaz perdenin en güzel kadınlarından biri olduğunu düşünmüşümdür hep. 46 yaşındaki aktris Secretariat'ta da her zamanki gibi yine çok hoştu. Secretariat'ın sahibi Penny Chenery'i canlandırıyor. Annesinin ölümünün ardından hem hasta olan babasına bakmak hem de çocukluğunun geçtiği ve maddi anlamda zarar eden çiftliği tekrar ayağa kaldırmak için eşini ve 4 çocuğunu bırakarak (tamamiyle değil tabii) atlarla ilgilenmeye başlıyor. Secretariat'a inanan ve zaferlere koşması için büyük çaba sarfeden Penny Chenery, karşısına çıkan engellere boyun eğmeyen ve erkeklerin dünyasında var olmayı başaran bir kadın. John Malkovich ise emeklilik zamanı gelmiş, cüzdanında kariyerinde hiç kazanamadığı yarışların gazete küpürlerini saklayan antrenör Lucien Laurin'i oynuyor. Birbirinden renkli ve uyumsuz kıyafetleriyle dikkat çeken Laurin, Fransız-Kanadalı, sinirlendiğinde kendi kendine Fransızca konuşan eski bir jokey aynı zamanda. Secretariat'ın zafere koşmasında Kanadalı jokeyi Ron Turcotte'un da payı büyük.
Filmde efsane atın Triple Crown'ı kazandığı yarışlara tanıklık ediyoruz. Yarışlar sırasındaki çekimler ve ses efektleri oldukça etkileyici. Sadece ikinci yarış olan Preakness Stakes'te kolaycılığa kaçmışlar. Yarışı bize televizyondan orjinal yayını izleterek geçiştiriyorlar. Filmin son anlarında tribünde Diane Lane'in etrafındaki kalabalığa da dikkat edin. Yönetmen izleyicilere hoş bir sürpriz yapıyor. O kalabalıkta ne olduğunu film bittikten sonra size gösteriyorlar. :) Atları seviyorsanız mutlaka izleyin derim. İzmir'e giderken Karacabey Harası'nın önünde aracımı kenara çekip uzaktan atları izleyen biri olarak filmi izlerken keyif aldığımı söylemeliyim.
8 Şubat 2011 Salı
YENİ FORMA VE CAMP NOU
Barcelona'nın Qatar Foundation reklamlı yeni forması. Yeni sponsor, 2011-2012 sezonundan itibaren göğüs kısmında Unicef'in yerini alacak. Katalan kulübü Unicef logosunu da formasında taşımaya devam edecek etmesine ama logoyu nereye yerleştirecekler sıkıntı orada. Ayrıca Şampiyonlar Ligi'nde iki reklamı da taşımaları için UEFA'dan izin almaları gerekiyor. Bu arada Camp Nou maç günleri dışında da para basmaya devam ediyor. 2010 yılında stadı gezen ziyaretçi sayısı 1.303.738. Bir önceki yıla oranla %30 artış sağlanmış.
1 Şubat 2011 Salı
REKORA KOŞAN MAÇ SPİKERLERİ
11 Ocak 2011 Salı
ADNAN POLAT'I ANLAYAMADIM
Galatasaray Başkanı Adnan Polat bizimle dalga mı geçiyor anlamıyorum. Gazetelere bakıyorum, dün yaptığı açıklamalardan Arda'nın Manisaspor'dayken Beşiktaş ile görüştüğünü ve 2-3 futbolcu daha kadrolarına katacaklarını söylediği bölümleri öne çıkarmışlar. Ya en iyi bildiği işin futbol olduğunu söyleyen Başkan'ın "Hagi'yi asıl 1 sene önce takımın başına getirmek istemiştim ama "devre arasında gelmek istemem" deyince olmadı, kısmet bu zamanaymış" sözleri ne olacak?! 1 sene önce mi? Nasıl yani? Rijkaard'ın görevine yarım sezon sonra son mu vereceklerdi? 18 haftada 11 galibiyet, 3 beraberlik, 4 yenilgi alan ve şampiyonluğun güçlü adaylarından biri olan Galatasaray'ın başına Rijkaard'ın yerine Hagi mi getirilecekti? Daha yaklaşık 4 ay önce "Rijkaard'ın sözleşmesini uzatmayı düşünüyorum" dememiş miydi Başkan? Bu kısmı gerçekten anlayamadım.
Bununla birlikte sorular da ardı ardına gelmeye devam ediyor. "Devre arasında gelmem" diyen Hagi nasıl oldu da sezonun ilk yarısının ortasında gelmeyi kabul etti peki? Ya da Hagi'yi takımın başına bu kadar getirmek istiyordunuz da ondan önce Fatih Terim ile neden görüştünüz? Size de tuhaf gelmedi mi Adnan Polat'ın bu açıklaması?
Bununla birlikte sorular da ardı ardına gelmeye devam ediyor. "Devre arasında gelmem" diyen Hagi nasıl oldu da sezonun ilk yarısının ortasında gelmeyi kabul etti peki? Ya da Hagi'yi takımın başına bu kadar getirmek istiyordunuz da ondan önce Fatih Terim ile neden görüştünüz? Size de tuhaf gelmedi mi Adnan Polat'ın bu açıklaması?
TARİHİ SINAV
Beşiktaş bu sezon Türk futbol tarihinin en özel ve de önemli sınavlarından birini veriyor...
Hem yönetimin hem de Bernd Schuster'in işi gerçekten zor.
Gittiği her takıma zirve yaptıran Mircea Lucescu, 3 büyüklerde şampiyonluk yaşamış, son olarak yarım sezonda 2 kupa kazandırsa da büyük eleştiriler alan Mustafa Denizli ve daha niceleri....
Savunmaya önem veren farklı futbol anlayışındaki sağlamcı teknik adamlar çok eleştiri topladı bu ülkede.
Ve artık Schuster var... Adam açıkça meydan okuyor, sistemimden vazgeçmem , hücum oynayacağız diyor.
Ligin ikinci yarısı için alınan isimlerin tartışılacak yönü yok, ancak sadece hücumsal anlayışın sonu nereye gider bunu da tartışan yok.
Dediğim gibi Türk futbolu için tam bir sınav dönemi.Gönüllü kobay oldu çılgın Schuster ve yönetimi...
Başarırlarsa , 3 büyükler için transferin adı, tanımı, futbola bakış açısı her şey değişecek .
Vites yükselecek...
Kanatlarda Simao-Quaresma, santrfor Bobo ya da Almeida, arkalarında Guti-Fernandez-Ernst.
Futbolumuzda uzun zamandır kulağımıza bu kadar hoş bir melodi gelmemişti.
Ama biraz daha arkasına bakarsak eğer, bakarsanız ? Ne gördüğümüz ya da görebileceğimiz konusunda ciddi soru işaretleri var kafamda...
Merak ettiğim tek şey :Schuster vazgeçmeyeceği sisteminde rütuşa gidecek mi ?
Yoksa ilk yarıdaki kadroyla beceremediğini sadece daha kaliteli transferlerle mi halletmeye çalışacak?
Eğer ilk ihtimal üzerinde durursa, yani kaleci ile stoper, stoper ile ön libero, ön libero ile orta saha arasında derin boşluklar vermezse....
Açık çek güzelliğinde bir ortam doğar. Yani yolun nereye kadar gideceğini boş bırakıyorum rakamı siz yazın :)
Peki ya ikinci yarıda da ilk yarıda olduğu gibi savunma yok sayılırsa ?
O zaman peşinen söylüyorum kapıda nöbette, facia...
İverson'lı Beşiktaş'ın da Quaresma-Guti'li Beşiktaşın da tek ortak özelliği vardı sezonun ilk yarısında:
Hocaları ya savunma yaptırmayı bilmiyor ya da savunma yaptırmıyor...
Oysa ki sadece dünya futbolu değil, dünya sporu savunmasız olmuyor...
Gözler hep golü atacaklar ya da attıracaklar da , görsel şovda...
Tamam bu da lazım ama her şey dozunda...
Unutmamak lazım bugüne kadar yaşananları :
Fatih Terim'in maç içinde bile "bloklar arasında boşluk bırakmayın" uyarıları...
Mircea Lucescu'nun azad ettiği Amaral'ı nam-ı diğer müslüm babayı ve yerine Giunti'yi getirip bölgeyi sağlama alışını...
Messi'nin milli takımda arayıpta bulamadığı ancak Barcelona'daki muhteşem performansının kaynağı
Xavi ve İniesta'nın varlığını...
Dediğim gibi tarihi bir sınavdır Schuster'inki.....
Beşiktaş neredeyse son 30 yıldır hep savunmayı iyi becerdiği için bir yerlere geldi....
Metin -Ali-Feyyaz attı, ama Zeki -Rıza -Şenol bastı, Kadir -Ulvi-Gökhan-Recep rakip forvetleri de, topu da bırakmadı...
Böyle geldi o efsane başarılar, hala tebessüm ve özlemle hatırlanan o yıllar.....
Ve şimdi bambaşka bir takım olacak :Belki de sahaya tarihinin en güçlü hücum hattıyla çıkacak
Beşiktaş.....
Tabii sakatlıklar tekrarlanmazsa...Birilerinin dediği gibi , takım, atletizmciler gibi çalıştırılmıyorsa...
GÜNEY MERGEN
Hem yönetimin hem de Bernd Schuster'in işi gerçekten zor.
Gittiği her takıma zirve yaptıran Mircea Lucescu, 3 büyüklerde şampiyonluk yaşamış, son olarak yarım sezonda 2 kupa kazandırsa da büyük eleştiriler alan Mustafa Denizli ve daha niceleri....
Savunmaya önem veren farklı futbol anlayışındaki sağlamcı teknik adamlar çok eleştiri topladı bu ülkede.
Ve artık Schuster var... Adam açıkça meydan okuyor, sistemimden vazgeçmem , hücum oynayacağız diyor.
Ligin ikinci yarısı için alınan isimlerin tartışılacak yönü yok, ancak sadece hücumsal anlayışın sonu nereye gider bunu da tartışan yok.
Dediğim gibi Türk futbolu için tam bir sınav dönemi.Gönüllü kobay oldu çılgın Schuster ve yönetimi...
Başarırlarsa , 3 büyükler için transferin adı, tanımı, futbola bakış açısı her şey değişecek .
Vites yükselecek...
Kanatlarda Simao-Quaresma, santrfor Bobo ya da Almeida, arkalarında Guti-Fernandez-Ernst.
Futbolumuzda uzun zamandır kulağımıza bu kadar hoş bir melodi gelmemişti.
Ama biraz daha arkasına bakarsak eğer, bakarsanız ? Ne gördüğümüz ya da görebileceğimiz konusunda ciddi soru işaretleri var kafamda...
Merak ettiğim tek şey :Schuster vazgeçmeyeceği sisteminde rütuşa gidecek mi ?
Yoksa ilk yarıdaki kadroyla beceremediğini sadece daha kaliteli transferlerle mi halletmeye çalışacak?
Eğer ilk ihtimal üzerinde durursa, yani kaleci ile stoper, stoper ile ön libero, ön libero ile orta saha arasında derin boşluklar vermezse....
Açık çek güzelliğinde bir ortam doğar. Yani yolun nereye kadar gideceğini boş bırakıyorum rakamı siz yazın :)
Peki ya ikinci yarıda da ilk yarıda olduğu gibi savunma yok sayılırsa ?
O zaman peşinen söylüyorum kapıda nöbette, facia...
İverson'lı Beşiktaş'ın da Quaresma-Guti'li Beşiktaşın da tek ortak özelliği vardı sezonun ilk yarısında:
Hocaları ya savunma yaptırmayı bilmiyor ya da savunma yaptırmıyor...
Oysa ki sadece dünya futbolu değil, dünya sporu savunmasız olmuyor...
Gözler hep golü atacaklar ya da attıracaklar da , görsel şovda...
Tamam bu da lazım ama her şey dozunda...
Unutmamak lazım bugüne kadar yaşananları :
Fatih Terim'in maç içinde bile "bloklar arasında boşluk bırakmayın" uyarıları...
Mircea Lucescu'nun azad ettiği Amaral'ı nam-ı diğer müslüm babayı ve yerine Giunti'yi getirip bölgeyi sağlama alışını...
Messi'nin milli takımda arayıpta bulamadığı ancak Barcelona'daki muhteşem performansının kaynağı
Xavi ve İniesta'nın varlığını...
Dediğim gibi tarihi bir sınavdır Schuster'inki.....
Beşiktaş neredeyse son 30 yıldır hep savunmayı iyi becerdiği için bir yerlere geldi....
Metin -Ali-Feyyaz attı, ama Zeki -Rıza -Şenol bastı, Kadir -Ulvi-Gökhan-Recep rakip forvetleri de, topu da bırakmadı...
Böyle geldi o efsane başarılar, hala tebessüm ve özlemle hatırlanan o yıllar.....
Ve şimdi bambaşka bir takım olacak :Belki de sahaya tarihinin en güçlü hücum hattıyla çıkacak
Beşiktaş.....
Tabii sakatlıklar tekrarlanmazsa...Birilerinin dediği gibi , takım, atletizmciler gibi çalıştırılmıyorsa...
GÜNEY MERGEN
Etiketler:
futbol,
güney mergen
5 Ocak 2011 Çarşamba
ŞENOL GÜNEŞ
"Çoğu zaman Zonguldak maden işçilerinin eldivenleri ile kalecilik yaptım. Çünkü yoktu, olanlar da pahalıydı, alamıyorduk. Eskiden açlar oynar toklar (gelir seviyesi yüksek) izlerdi, şimdi toklar oynuyor açlar (gelir seviyesi düşük) izliyor."
Şenol Güneş'in TSYD seminerinde "Neredeydik, Neredeyiz, Nereye?" konulu panelde yaptığı konuşmadan bir bölüm...
Şenol Güneş'in TSYD seminerinde "Neredeydik, Neredeyiz, Nereye?" konulu panelde yaptığı konuşmadan bir bölüm...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)