17 Haziran 2009 Çarşamba

FLORENTINO YILDIRIM

Figo, Beckham, Zidane vs. derken Kaka ve yakında gerçekleşecek Ronaldo transferleri, Perez'in gizemli dünyasının Real Madrid'e sunduğu bir iyilik, Dünya'ya sunduğu ise koskoca bir soru işareti. Hiç kimsenin yapmaya cesaret edemediği transferleri nasıl oluyor da böyle dudak uçuklatan rakamlar ödeyerek yapabiliyor? Bunu hepimiz merak ediyoruz. Bu sorunun cevabı cesaret mi, kara para mı, hazırlanan sağlam bir kulüp politikası mı? Belki de hepsi. Perez'in inşaat işinde olduğunu çoğumuz biliyoruz tıpkı Aziz Yıldırım gibi. İki ismin iş dünyasındaki profilleri açısından birbirine benzeyen birçok yanları var. Biri Dünya'nın birçok yerinde inşaatlar yaparken diğerinin iş alanı ise daha çok Türkiye. Gelirleri ve harcayabilecekleri para da bununla paralel. Dolayısıyla biri bugünlerde "Dünya'nın", diğeri ise "Türkiye'nin" en iyi isimlerini kadrolarına katmakla meşgul. İki başkanın benzer yönleriyle ilgili ayrı bir post daha sonradan açılabilir. Kısaca biraz Perez'den bahsetmek gerekirse, O'nunla ilgili söylenebilecek en önemli şey devlet adamlarıyla ilişkilerinin çok iyi olmasıdır. Yıllarca siyaset dünyasında yer almasının ardından genişlettiği politik çevresinin de katkısıyla 1993 yılında girdiği inşaat sektöründe ihaleler kazanmaya başladı. Bu arada 1995 yılında çok sevdiği Real Madrid'in başkanlık seçimlerinden de yenilgiyle ayrılmıştı. Bunun üzerine kendini intikam hırsıyla işine daha çok verdi ve 2 yıl sonra şu anki şirketi ACS'yi kurdu, işleri daha da büyüterek servetini genişletti. Artık İspanya dar gelmeye başlamıştı Perez için. Sınırlardan çıkıp dünyaya yayılmalıydı. Bunun için yapması gereken hem kendi hem de şirketinin adını duyurmaktı. İyi bir reklama ihtiyacı vardı. Ülkenin en büyük markalarından, tüm Dünya'da tanınan Real Madrid, Perez için biçilmiş kaftandı. Şansını bir kez daha denemeye karar verdi ve kulübün büyüyen finansal sıkıntıları üzerine kurduğu kampanyası ve camiaya verdiği vaadlerle bu kez kazanmayı başardı. Elde ettiği zaferdeki aslan payı da Luis Figo'yu seçilmesi halinde ezeli rakipleri Barcelona'dan getireceğine söz vermesiydi. Söz Perez için namus demekti ve sözünü de tuttu. Her sene kadrosuna kattığı yıldızlarla Real Madrid'deki Perez dönemi Los Galacticos olarak adlandırılmaya başlandı. Kampanyasında verdiği vaadlere uygun olarak Figo, Zidane, Ronaldo, Owen, Beckham ve Robinho gibi isimleri transfer etti.
Real Madrid tekrar hızla büyürken Perez de hem İspanya'da hem de yurtdışında işleri büyütmeye başladı. Sahip olduğu şirket Portekiz'den Şili'ye, İspanya'dan Fas'a kadar birçok yerde barajlardan tutun da hidroelektrik santrallerden konser salonlarına kadar değişik çaplarda inşaatlar yaptı ve yapmaya da devam etmekte. Tekrar Real Madrid'e dönecek olursak, daha çok forvete yönelik olarak yaptığı yıldız transferleri ve takım içinde futbolcuların egolarının günden güne büyümesi Perez'i sıkıntıya sokmaya başladı. Golcülere, hucüma dönük ortasaha oyuncularına en yüksek rakamları öderken savunma ve defansa yönelik ortasaha oyuncularına fazla para ödemeyi istemiyordu. Real Madrid'in sahaiçinde başarıya ulaşmasında en büyük pay sahibi olan isimlerden Makalele'nin aldığı ücretin az olması sebebiyle Perez'den daha fazla para istemesi ve bu talebinin de Perez'in mantalitesi dolayısıyla reddedilmesinden sonra Chelsea'ye gitmesi Galacticos'da sonun başlangıcı oldu. Perez 2006 yılında kulübün artık yeni bir yönetime ihtiyacı olduğunu ileri sürerek istifa etti. O'nun döneminde kulüp özellikle Asya pazarında önemli bir yere sahip oldu, finansal olarak belini doğrulttu. Perez ise geride bıraktığımız 3 sene boyunca dikkatini tekrar işine yöneltti ve servetini her geçen gün daha da arttırdı. Başkan Ramon Calderon'un yaptığı usulsüzlük dolayısıyla kulüple yollarının ayrılmasının ardından Perez'e yine gün doğdu. Kendini psikolojik olarak da toparlamıştı. Kafa olarak 2. Los Galacticos'u oluşturmaya hazırdı. Üstelik bu kez her sene bir yıldız değil, ilk senesinde 3-4 yıldız almaya karar vermişti. Ezeli rakipleri Barcelona'nın elde ettiği başarılar ve oynadığı futbol Perez'i böyle bir politika izlemeye itmişti. Şu an sahip olduğu servet 3 milyar dolar civarında. Real Madrid'e yaptığı yatırım servetinin yanında devede kulak kalır. Üstüne üstlük yaptığı transferleri de kulüp ve kendisi için bir yatırım aracı olarak gördüğünü söylüyor. Perez'in Ronaldo transferiyle ilgili post'a gelen yorumlarda bu transferlerin paralarını çıkartamayacağı yönündeki iddialara bir cevap olabilecek açıklaması var. Kaka ve Ronaldo için ödeyeceği rakamların fazla olduğunun kendisi de farkında. Bunu İspanya Başbakanı Zapatero da söylüyor (Ancak O'nun bir Barcelona taraftarı olduğunu da unutmamak lazım). Neyse, Ronaldo ve Kaka'ya ödeyeceği yaklaşık 160 milyon euro'nun 1 sene sonra kulübe 400 milyon euro olarak döneceğini söylüyor Perez. Danışmanlarıyla yaptıkları araştırma ve izleyecekleri yol haritasında çıkardığı rakam aşağı yukarı bu düzeyde. Bu iddiasını gerçeğe dönüştürebilecek mi bunu da zaman gösterecek. Bu arada Florentino'nun listesi halen kabarık, isimler ve kulüpleriyle anlaşması durumunda ödemeyi taahhüt ettiği rakamlar şöyle;

Franck Ribery: 55 milyon euro
Xabi Alonso: 40 milyon euro
David Villa: 35 milyon euro + Negredo
David Silva: 25 milyon euro
Raul Albiol: 12 milyon euro

13.000.000 EURO'LUK ADAM

94 milyon euro'luk bonservis ile Dünya'nın en pahalı futbolcusu, yıllık 13 milyon euroyu bulacak geliri ile de en çok kazanan futbolcu olmaya aday. Sadece evet deyip Real Madrid kulübünün hazırlattığı evrakları imzalaması yeterli. Henüz 24 yaşında olan bir futbolcu için, hadi bırakın bir futbolcuyu bir insan için inanılmaz bir kazanç. Ronaldo'nun bu kadar çok kazanınca bankaların hedefinde olması da kaçınılmazdı tabii ki. İngiltere'de kazandım, İspanya'da kazanmaya başlayacağım bundan kazanan da ülkem olsun demiş midir Portekiz'li bilmiyorum ama banknotlarını ülkesinin bankalarından Espirito Santo da saklamaya karar vermiş. Belki de en iyi faizi veren onlar olmuştur. Banka müdürüne şu aşamada düşen Ronaldo'ya güzel bir dolmakalem hediye etmek.

16 Haziran 2009 Salı

RIO FERDINAND

Rio da giydi ya bu mayodan daha söylenecek birşey kalmadı. Baktı tabii böyle mayolar giyip kulağına çiçek takarak havuz başında gezenler yıllık 9.5 milyon euro'ya Real Madrid'lere transfer oluyor, benim neyim eksik diye düşündü. Eksiğin yok fazlan var Rio! O da üstündeki o iğrenç göbeği açık askılı tişört! Hadi Ronaldo ile alıştık belki bu mayoya ama o üzerinde büstiyere benzeyen şey de ne oluyor?! Sonra bazıları onun bunun için gay diyorlar işte, koz veriyorsunuz birilerine. Rio'nun Rebecca adında bir hayat arkadaşı olduğunu ve çiftin 2 çocukları olduğunu da belirteyim. Ama bu halinin nasıl yorumlanması gerektiğini bir türlü anlayamadım. Bu modaysa ben yokum arkadaş! Aslında bir de hanımların fikrini almak gerekir diye düşünüyorum...

15 Haziran 2009 Pazartesi

TRT'DEN RİCAM

Öncelikle teşekkür ediyorum TRT'ye bize Konfederasyon Kupası maçlarını ulaştırdıkları için. Açılış maçı Güney Afrika-Irak karşılaşmasının sıkıcı geçmesi turnuvanın bundan sonraki maçları için beni endişelendirmişti ama İspanya'nın dün Yeni Zelanda'yı 5-0 yenmesiyle güzel goller izledik ve umutlandık. Umudumuz da boşa çıkmadı bugünkü Brezilya-Mısır maçı da güzel geçti. 7 gol izledik, Brezilya duraklama dakikalarında Kaka'nın penaltı golüyle 4-3 kazandı ama Dunga'nın takımının iyi oynamadığı ortada. Şu ana kadar oynanan 3 maçta da dikkatimi çeken daha doğrusu kulağımı tırmalayan ve televizyonun sesini kısmama sebep olan birşey var; tribünlerden gelen yüksek volümlü vızıltılı sesler. Sanıyorum özellikle Güney Afrikalılar böyle abuk sabuk sesler çıkarmaktan zevk alıyorlar. Maç boyunca nasıl bir sabırsa o, hiç durmadan ellerindeki borazanları öttürüp iğrenç sesler çıkarmaktan vazgeçmiyorlar. TRT'nin bu duruma bir çözüm bulmasını rica ediyorum, tribün efektini mümkün olduğunca kısarlarsa çok mutlu olacağım. Aksi takdirde FIFA'ya görev düşüyor, bu adamlara önümüzdeki seneye kadar tezahürat yapmayı mutlaka birileri öğretmeli yoksa Dünya Kupası kabus gibi geçer tv başında...

JOHN BARNES

1980'lerin sonu 90'ların başındaki Liverpool deyince aklan gelen 4 isimden biridir John Barnes. Diğerleri tabii ki Ian Rush, John Aldridge ve benim Liverpool'a sempatim olmasını sağlayan adam Peter Beardsley'dir. Aslında kaleci Grobbelaar'ı da unutmamak lazım. Ama pek sevmezdim kendisini. Bu adamların ortak özelliği futbolculuk zamanlarında fırtına gibi esmeleri, genelde zirvede olmaları, kupalar kazanmaları, iş teknik direktörlüğü gelince ise nakış tutturamamalarıdır. Efsane golcü Ian Rush, 1 sezon Chester City'yi çalıştırdı sonrasında bir daha bulaşmadı teknik direktörlüğe. Peter Beardsley de antrenörlük işlerine pek girmedi. Şu anda Newcastle United'ın akademi takımını çalıştırıyor ve genç futbolcularla ilgileniyor. John Aldridge Tranmere Rovers'ı çalıştırdı 5 sezon. 2000'de Lig Kupası finali oynatmasının dışında hiçbir başarısı olmadı ve son sezonunda takımı bir alt kümeye düştü. Ve bu postu açmamızdaki sebep John Barnes. Jamaika asıllı Barnes boğa kadar kuvvetliydi. En güzel zamanlarını Watford ve Liverpool da yaşadı. Futbolu bıraktıktan sonra 1 sezon Celtic'i çalıştırdı ama kabus gibiydi. Geçen sene Jamaika'yı çalıştırmak istedi ve kendini kabul de ettirdi. Ancak 6 aylık görevinin ardından kulüp takımı çalıştırmak istiyorum diyerek istifa etti. Bugün itibariyle de eski takım arkadaşı Aldridge'in eski takımı Tranmere Rovers'ın başına geçti. Liverpool'da yaşayan Şefik ağabeyin de dediği gibi 2. lig B kategorisi gibi bir ligde mücadele eden bir takımı çalıştıracak. Bakalım Barnes onları istedikleri çıkışa geçirebilecek mi? Aksi halde Liverpool'un efsane isimleri teknik direktörlük dönemleriyle ilgili hiç de güzel anılmayacaklar.

LUIS ARAGONES

"İspanya dışında takım çalıştırmaya devam etmek istiyorum. Ama kulüp değil milli takım olmalı. Benim yaşımdaki biri için böylesi daha cazip."
Kariyeri boyunca ilk kez yurtdışında takım çalıştıran Aragones'in belliki Fenerbahçe'de ağzı yanmış. Ama 70 yaşındayken kulüp takımı çalıştırmaması gerektiğini Fenerbahçe'yi 4. yaparak ve kötü top oynatarak anlaması acı verici. Daha acı verici olansa bundan sonra bir daha takım çalıştırmaması gerektiğini anlamamış olması.

LA LAKERS THE CHAMPIONS

Final serisi başlamadan önce yaptığımız ankette Orlando Magic %64'e 36 üstünlük sağlamıştı. Oy verenlerin birçoğu kanımca Hidayet'ten dolayı duygusal bir tercih yapmıştı. Kobe faktörü ile pota altında Pau Gasol'un dirençli oyunu, Ariza ve Lamar Odom'un katkıları Orlando karşısında Lakers'ı 4-1'lik üstünlüğe ve şampiyonluğa taşıdı. Tabii Phil Jackson gerçeğini de unutmamak lazım. NBA'deki en iyi koç olduğunu birkez daha kanıtladı. Yaşı 30 civarı ve üstü olanların 90'lardaki Chicago Bulls efsanesini hatırlayacaklarını tahmin ediyorum. Bulls 6 kez şampiyon olurken takımın başındaki isim yine Jackson'dı. Ardından Lakers'ın başında 2000'li yıllarda aldığı üstüste 3 şampiyonluğun ardından 4. kez şampiyonluk yüzüğünü taktı Phil hoca. Chicago'dayken elinde Jordan ve Pippen gibi iki esfane vardı, Jackson'ın sahadaki elleri ayaklarıydı; Lakers'ta ise Kobe ve Shaq gibi iki kaliteli kumaşı dokudu. Shaq gittikten sonra bocalasalarda İspanyol Pau Gasol'un takıma katılması eski duyguları yeniden canlandırdı. Kobe'nin omuzlarındaki yük azaldı, aldığı katkı çoğaldı. Final serisinin MVP'si oldu Kobe ve bunu kariyerinde ilk kez başardı. Aldığı 10. şampiyonlukla da Phil Jackson NBA'de en çok şampiyonluk yaşayan koç ünvanının da sahibi oldu.
Hidayet ve çoğumuz bir Türk oyuncunun daha şampiyonluk yüzüğünü takmasını çok istedik. Babam gençken geceleri kalkıp Muhammed Ali'nin maçlarını izlediklerini söylerdi. Benim saatimi kurup gecenin bir vakti kalkmamı sağlayan kişi ise Hidayet Türkoğlu oldu. Ben şahsen gece kalkıp NBA maçı izleyecek biri değilimdir ama Hedo'yu izlemek için kalktık 5 gece. Sonu mutlu bitmedi belki ama Hidayet bu final serisi özellikle bu sezon kariyeri adına çok önemli kazanımlar elde etti. Adını birçok kez manşetlere taşıdı. O da "White men can't jump" diyenleri yanıltan beyaz oyuncular kervanına katıldı. Teşekkürler Hedo!