18 Haziran 2010 Cuma

DİSKO KRALI RONALDINHO

Dunga tarafından dünya kupası kadrosuna alınmayan Brezilyalılar diskoda moral depoluyor. İki Milanlı Ronaldinho ve Pato yanlarına Florya gecelerinin vazgeçilmez adamlarından Jo'yu da alıp gecelere akıyorlarmış. Florianopolis'in en lüks otelinde başkanlık süitini tutan Ronaldinho "Maçları izlemiyorum, umurumda değil" demiş. Ah be Ronaldinho lazımdın bu kupaya sen!

ALMANYA 0 - 1 SIRBİSTAN

1986'da Danimarka'ya yenildiğinden beri grup maçlarında mağlup olmayan Almanya, Sırbistan karşısında bu seriyi bozdu. Avustralya karşısında 4 golle kazanan panzerler kaybedişlerini kırmızı kart gören Klose'ye mi bağlasınlar, yoksa iki sarı kartını da çok çabuk çıkarttığı iddia edilen İspanyol hakeme mi? Fifa'nın kuralları çok sert ve açık. Arkadan yapılan faullerde mümkün olduğunca kartınızı gösterin diyor. Mallenco da kayıtsız şartsız kartlarını çıkardı. Belki 2. sarı kartı çıkarmayıp uyarmakla yetinebilirdi ancak maçın başından itibaren rengini belli etmişti. İlk yarıda kartlar havada uçuşunca Rus hakem Ivankov'un rekoru tarihe gömülecek herhalde diye düşünmeye de başladım. Bu yüzden Klose gibi tecrübeli bir oyuncu sarı kartı varken ortasahada, gereksiz bir faul yapmamalıydı. Gana karşısında Sırp Lukovic, Slovenya karşısında Cezayirli Ghezzal, dün Yunanistan karşısında Nijeryalı Kaita, bugün de Klose. Gördükleri kırmızı kartlar takımlarına hep pahalıya mal oldu.

Sırbistan'ın golünün de kırmızı kartın hemen akabinde ve ilk yarının son anlarında gelmesi Almanya için talihsizdi. İkinci yarı öncesi Almanlar ne yapar ederler bu maçtan en azından 1 puan çıkartırlar diye düşünüyordum ki bu da gerçekleşmek üzereydi. Ancak Podolski'nin penaltı vuruşunu kaleci Stojkovic kurtardı. Bu da onu maçın adamı olmaya doğru iten en önemli andı. Almanya 90 dakika içinde son penaltısını 1974 dünya kupasında Uli Hoeness ile Polonya'ya karşı kaçırmıştı. Sırbistan ne olursa olsun savunma önlemini bırakmadı. Gol için risk alan rakibi karşısında pozisyonları da buldular ama cömertçe harcadılar. İlk maçın ardından Avrupa basını tarafından göklere çıkarılan Mesut ise bugün sağlam duran Sırp savunması karşısında aynı etkinliği gösteremedi.

MARADOMBALA

Maradona bu, bazen tespih çeker bazen tombala! "Çekiyorum 4 - 1. çinkooo bende!"

16 Haziran 2010 Çarşamba

GÖZ BEBEĞİ MESUT ÖZİL

Mesut Özil, Avustralya karşısında ortaya koyduğu futbolun ardından yine manşetleri süslemeye başladı. Manchester United ve Juventus'un istediği söyleniyor. Bizde de yine aynı teraneler dönmeye başladı. "Biz bu çocuğu nasıl milli takıma alamadık?" soruları ortalıkta dolaşıyor. Hıncal Uluç da soruyor "Biz bu Mesut'u nasıl kaybettik?" diye. Biz ona sahip değildik ki kaybedelim! Arşivden Mesut Özil ile yaklaşık 1.5 yıl önce Bremen'de yaptığım röportaj ve edindiğim izlenimleri yayınlayayım. Hafızaları tazelemekte fayda var.

Werder Bremen'de oynayan gurbetçi futbolcu Mesut Özil’i günlerce haftalarca konuştuk tartıştık. Almanya’da doğan, okuyan, yetişen, Almanya 19 ve 21 yaşaltı milli takımlarında oynayan, Almanca’yı Türkçe’den çok daha iyi konuşan Mesut’un Alman milli takımıyla Türk milli takımı arasında seçim yapması üzerine kafa yorduk. Birçoğumuza göre bir Türk olan Mesut’un böyle bir ikilemde kalması saçmaydı aslında tartışılmamalıydı bile, Mesut mutlaka ayyıldızlı formayı seçmeliydi. Ancak yaklaşık 1 ay önce Mesut verdiği kararla Alman milli takımını tercih etti. Mesut’la ilgili haberler Almanya’daki birkaç ajans muhabirinin maç sonralarında yaptıkları röportajlardan ibaretti. Kulaktan kulağa gelen haberlerle 20 yaşındaki bu genç hakkında sağlıklı bir bilgiye, doğru ve gerçek bir fikre sahip olamıyorduk. Mesut Türkiye’den gelen röportaj taleplerine kapılarını kapamış adeta kaçak dövüşmeyi yeğliyordu. Ancak bu kadar çok gündemde olan Mesut’la konuşmak, onunla aynı havayı teneffüs etmek, neden Alman milli takımını tercih ettiğini anlamak gerekiyordu.

Werder Bremen kulübündeki bağlantılarım sayesinde Mesut’u ilk kez Türkiye’den birine röportaj verme konusunda ikna etmeyi başarmıştım. 13 Mart Cuma sabahı uçaktan iner inmez Werder Bremen’in Weser Stadı’nın yolunu tuttum. Dizinden sakatlığı tam olarak geçmediği için antrenmana çıkmayan ve tesislerde tedavi olan Mesut randevumuza babası Mustafa Özil ve İran’lı bir danışmanı ile birlikte geldi. Ancak üzerlerinde bir gerginlik vardı. Yüzlerinden bu röportaj için söz vermiş olmanın verdiği pişmanlık her hallerinden okunuyordu. Baba Mustafa Özil’in ilk sözü milli takımla ilgili soru istemedikleri yönündeydi. Bu durum karşısında büyük bir şaşkınlık yaşasam da yaklaşık 1 saat süren ikna çabalarının ardından milli takımla ilgili sadece 2 soru koparabildim. Kendilerine göre haklı olabilirler. Çok tartışılan Mesut Alman milli takımını tercih etmişti ve bu konunun artık kapanmasını, daha fazla üzerine gidilmemesini çünkü Mesut’un çok üzüldüğünü ve etkilendiğini söylüyorlardı. Ancak Türk halkını verdiği kararın kendisi açısından doğruluğuna inandırması adına bu röportajı vermesi kendisi için çok iyi olacaktı.

Röportaj öncesi daha çok baba Mustafa Özil ve İran’lı danışmanla muhatap oluyorduk, çekingen ve gergin gözlerle bizi izleyen Mesut’sa bir kenarda sessiz bir şekilde dinlemekle yetiniyordu. Saha içinde topu çok iyi yöneten Mesut saha dışında ise belli ki yönetilmeyi tercih ediyordu. Henüz 20 yaşında olan bir genci bu konuda az da olsa anlayabiliyordum. Babalar oğullarının hep daha iyi yerlerde olmalarını, daha çok paralar kazanmalarını ister. Babalar Türk futbolunda da her zaman önemli bir figür olmuştur, bunun örneklerini birçok kez görmüştük. Şunu da belirtmek gerekiyor. Mesut’un şu an içinde bulunduğu durum aslında Alman futbolu ve Alman politikasının ortak bir ürünü. Alman futbolunun otoriteleri Mesut’u geleceğin büyük yıldızlarından biri olarak gördüklerini ve ondan faydalanmak istediklerini her fırsatta dile getiriyorlar, Alman politikasıysa çok geç kaldığı bir konuda, 40 yılı aşkın bir süredir ülkede yaşayan Türklerin uyum sürecini bugünlerde hızlandırma amacıyla Mesut’u toplumsal kaynaşmanın bir sembolü olarak kullanıyor.

Röportaja gelecek olursak Mesut’un her haliyle, her konuşmasıyla kendisini daha çok bir Alman gibi hissettiği belliydi. Türkçe yaptığımız röportajda sorduğum yaklaşık 20 sorunun çoğuna 2-3 kelimeyle bilemediniz en fazla 2 cümle ile yanıt verebildi. Mesut’a milli takımla ilgili sorabileceğim sadece 2 soru olduğu için mümkün olduğunca kararının sebebini ve süreçte yaşananları öğrenmeliydim. Neden Alman milli takımını seçtiğiyle ilgili soruma Mesut “Ben Almanya’da doğdum, burada büyüdüm, eğitim aldım. Çoğu arkadaşım Alman. Genç ve ümit milli takımlarında oynadım, zaten başka bir karar veremezdim” cevabını verdi. Kararını vermeden önce neler yaşandı, Türkiye’den kimse seninle irtibat kurmadı mı sorusuna ise “Hayır Türkiye’den beni kimse aramadı. Türkiye’de milli takımdan beni aradıkları şeklinde haberler çıkıyor, bunlar tamamen yalan. Beni Löw aradı, çok beğendiğini, beni milli takımda görmek istediğini söyledi. Ben de kabul ettim” şeklinde yanıt verse de ne beni ne de kendini inandıramadığının farkındaydı. Araya 3. ve 4. soruları da sıkıştırıp “Bundan sonrası için ne düşünüyorsun, Löw seni milli takıma çağırmaya devam edecek mi sence?” diye sordum. Mesut’un cevabı ise “Evet Werder Bremen’de iyi oynadığım sürece beni Alman milli takımına çağıracaktır, buna inanıyorum” şeklinde oldu. Verdiğin kararın ardından burada yaşayan Türklerden tepki aldın mı, çıkan haberler seni olumsuz etkiledi mi? soruma ise "Yazılan haberler beni üzdü. Ama buradaki Türklerden tepki almadım, beni destekliyorlar. Saha içindeki performansımı da etkilemedi" yanıtını verdi. 5. soru için de taşebbüs ettim ve daha önce de birçok isim Almanya ve İsviçre milli takımlarını tercih etmişti ama onları hiç tartışmamıştık. Neden sen bu kadar tartışıldın şeklinde soru sordum ama cevap vermeden babası Mustafa Özil müdahale etti ve bu soruya cevap vermek istemediklerini söylediler. Zaten Mesut her verdiği cevabın ardından göz ucuyla babasının onayını almayı ihmal etmedi. Ben de ortamı daha fazla germeme adına diğer konulara geçtim. Özetle Turkcell Süper Ligi çok fazla izlemediğini, Türkiye'den takım tutmadığını, Galatasaray'ın Hamburg karşısında şansının fazla olduğunu, kendilerinin de Uefa Kupası'nı kazanmak istediklerini söyledi.

Bu röportajın ardından Mesut hakkında edindiğimiz izlenim çok çekingen ve sessiz bir yapıya sahip olduğu yönünde. Röportajımız sırasında da kendi hislerini ifade etmekte oldukça zorluk çekti. İlk kez bir Türk televizyonuna röportaj verdiği için yaşadığı stres de yüzüne yansımıştı. Almanya'ya giderken kafamda Mesut'a Almanya forması giydirmek elinde ise Türkiye forması tutturarak İspanya maçlarında milli takıma başarılar diletmek vardı. Ama bırakın Türkiye formasını tutmayı Almanya formasını bile giymek istemedi. Hakkında yalan yanlış haberler çıkmasından korktuğu için böyle toplara girmekten uzak durdu.

Mesut artık kararını verdi. O Alman milli takımının oyuncusu. Serder Taşçı, Mustafa Doğan, Gökhan İnler, Eren Derdiyok, Hakan ve Murat Yakın’ı hiç eleştirmezken Mesut’un üzerine çok titredik. Bu noktadan sonra yapılması gereken tek şey diğerleri gibi O’nun da kararına saygı duymaktır. Milli takım o formayı terletmeyi kalben ve beynen isteyen, ayyıldızlı formaya olan bağlılığını tüm benliğiyle hisseden futbolcuların oluşturduğu bir ekiptir. Aksini düşünenin, hissedenin yeri o kutsal formada olmamalıdır. Bu yüzden Mesut en doğru kararı vermiş, Alman ve Türk milli takımı için de en yararlı olanı yapmıştır. Teknik direktör Fatih Terim’in de tüm bunların farkında olduğuna eminim.

Böyle bir konudan ders çıkarması gereken iki kurum var; Türk futbolu ve Türk politikası. Türk futbolu kendi içinden, 70 milyonu aşkın nüfusunun içinden Mesutlar çıkartmalıdır ki bu potansiyele sahiptir, Türk politikasıysa yurtdışındaki vatandaşlarına her alanda daha fazla sahip çıkmalı, benliklerini, özlerini kaybetmemelerine engel olmalıdır. Mesut sadece bir isim. Almanya’da top koşturan 250.000 lisanslı Türk futbolcu var. Eğer söylendiği gibi Alman hükümeti Mesut gibileri toplumsal kaynaşmanın bir sembolü olarak görüyorsa bundan gurur duymalıyız. Şimdi İsviçre ve Almanya sonra Fransa ve diğer ülkeler; neden Türkiye 2. bir Brezilya olmasınki, herşeye güzel tarafından bakmak gerekir!

15 Haziran 2010 Salı

BAVARIA BABES

36 Hollandalı kadın dün oynanan Hollanda-Danimarka maçı sırasında Gerilla Pazarlama'nın en güzel örneklerinden birini sergiledi. Hollanda birası Bavaria'nın organize ettiği bu kampanya öncesi kızlar stadyuma Danimarkalı gibi giriyor. Sonra da tribünde üzerlerindeki elbiseyi çıkarıp turuncu kıyafetleriyle reklamı çekiyorlar. Tabii Fifa'nın yetkilileri kısa bir süre sonra olaya müdahale ediyor. Kadınları saatlerce güvenlik ofislerinde tutup sorgulamışlar. Bu yaptıklarının suç olduğunu ve yargılandıktan sonra 6 ay hapis cezası alacaklarını söylemişler. Kadınlar da ağlamaya başlamış doğal olarak. Ancak markanın yetkilileri kıyafetlerde herhangi bir logo kullanmamış. Bu yüzden kadınları suçlayacak birşey yok. Kıyafetleri tasarlayan da Rafael Van der Vaart'ın eşi Sylvie. Tribünlerde görmek istediğimiz güzel hareketler bunlar. En azından vuvuzeladan iyidir!

4. GÜNÜN ARDINDAN

Dünya Kupası'nın 4. günü de geride kaldı ve bugün de umduğum gibi geçmedi. Acaba beklentilerimi turnuva öncesi çok mu büyük tuttum? 11 maçın ardından iki takımın da oyunu zaman zaman domine ettiğini, bir iki futbolcunun sazı ele alıp takımını yönlendirdiğini göremedik. Ayağına topu alınca heyecanlanmamızı sağlayan bir futbolcu da çıkmadı. Belki biraz Messi biraz da Mesut Özil. Mücadele eden 22 takımdan 9'unun gol atamaması ve sadece Almanya-Avustralya maçında 3 gol ve üstünü izlemiş olmamız şu ana kadar bir hayal kırıklığı olarak köşede duruyor. Bu dünya kupasının en güzel enstrümanlarından biri süper slow motionlar galiba. Topa kafa vuran bir futbolcunun yüzünden etrafa saçılan su damlacıklarını, şekilden şekile giren yüz ifadelerini, havada uçuşan çimleri görmek son derece çok zevkli.

Dünya Kupasının hücum organizasyonlarında en tehlikeli takımı olması beklenen Hollanda da Danimarka karşısında bu beklentiye yaklaşamadı. Portakalları galibiyete taşıyan ilk golün de rakibin kendi kalesine (Fifa, golü Simon Poulsen'den alıp Daniel Agger'e yazmaya karar verdi) atmasıyla gelmesi de bunun en güzel kanıtıydı. Bunda Danimarka'nın gücü uyarınca savunma ağırlıklı oynamasının payı da büyük. İkinci yarıda tek bir şut bile atmadılar. İkinci yarıda oyuna giren Elia, Hollanda'ya hareketlilik kazandırdı. Marwijk, Van der Vaart'ın yerine ikinci maçta ona ilk 11'de görev verirse daha mutlu olacağım desem de Robben'i izleriz bundan sonra.

İtalya-Paraguay maçında ise mücadele gücü üst düzey, futbol kalitesi açısındansa bu turnuvaya yakışan bir performans izledik. Futbol evet hatalar oyunudur. Ama şu ana kadar atılan gollere bakarsanız neredeyse yarısında kalecilerin bariz hataları olduğunu görürsünüz. Biraz fazla oldu yani. Bugün bunlara Paraguay kalecisi Villar da eklendi. Arkadaşım Ata İsmet güzel söyledi, "Pirlo'suz İtalya sossuz makarna gibiydi" dedi, kendisine katılıyorum ve ekliyorum, Zidane'sız bir dünya kupası da aynen öyle. İkinci yarıda yerini sırtındaki sakatlıktan ötürü Marchetti'ye bırakan Buffon'un da 2 günlük dinlenmenin ardından birşeyinin kalmayacağı açıklandı.

Futboldan sonra beklentilerimi yıkan bir başka haber de Fifa'dan geldi. Vuvuzela'nın yasaklanması söz konusu değil dediler. Tecavüz kaçınılmazsa diye başlayan, çok sevmesem de şu anki duruma çok yakışan bir cümle geliyor aklıma. Bundan sonra zevk almayı bileceğiz başka çare yok.

Son not olarak Pele'nin yine o yılan dilini çıkardığını ekleyelim. "Maradona işsiz ve paraya ihtiyacı olduğu için milli takımın başına geçti. Tüm suç onu o koltuğa oturtanlarda" şeklinde bir açıklama yaptı. Maradona umarım en güzel cevabı Arjantin'e en azından bir yarı final oynatarak verebilir.

Birkaç fotoyla da bitirelim;

13 Haziran 2010 Pazar

2. GÜNÜN ARDINDAN